Home » Library » Modern Library » Ilhan Arsel Din Adamlari Bolum18

Ilhan Arsel Din Adamlari Bolum18


Halkimizi “Yoksulluk”, “Kader” ve “Sabir Denemesi” Felsefesiyle Zavalli Kilan Din Adami


I) Bati’da din adami “emek” ögesini “dinsel görev” haline getirirken:

II) Din Adami, Halk Yiginlarina “Mübtezel’ligi” ve “Yoksul’lugu”, Fazilet Diye Belletir; “Kaderciligi” Ise Bu Zihniyetin Temeli Bilir.

A) Din adami yoksullugu ve rizik azligini “fazilet” niteliginde gösterirken, varlikli sinifin güvenligini saglar nitelikteki hükümlerin de bekçiligini yapar:

B) Din adami insanlarimizi “Hiçbir sey kisi’nin kendi emeginin ürünü degildir” seklindeki seriat verileriyle uyusturur.

C) Din adami insanlarimizi seriat verileriyle egitirken “kader oyuncagi” haline getirir:

Ç) Din adami insanlarimiza, “felaket” ve “müsibet”lerin Tanri’dan geldigi ve Tanri’nin sadece kendi sevdigi kul’larini yerden yere çarptigi inancini asilar. Böylece müsibet’ten ders alma olanagini yok kilar:

D) Din adami insanlarimizi, seriat’in “sabir”, “tevekkül” vs… gibi uyutucu malzemesiyle her türlü haksizliga boyun egme gelenegine yöneltir.


Bilim çevrelerimizin ve çogu aydinlarimizin hayal eder olduklari sey sudur ki Türkiye’mizde “ekonomik gelisme” saglanabildigi, “sanayi/toprak sorunlari” çözümlenebildigi ve “feodal düzen” yikilabildigi an din siyasal ve sosyal önemini yitirip Tanri ile Kul arasinda özel bir bag durumuna inecek ve “evimizin en temiz bir kösesinde yer verdigimiz Kutsal Kitabin sayfalari arasinda olan gerçek yerine kavusacaktir” 556.

Bir kere hemen belirtmek gerekir ki “Kutsal” diye bilinen kitabin sayfalari arasinda oldugu sanilan “gerçek”, siyasal ve sosyal yasamlarin en ince noktasina varincaya kadar her seyin seriat verileriyle düzenlemesi amacini kapsar. Bu itibarla Islam’da din’in siyasal ve sosyal önemini yitirmesi ve “özel bir bag” durumuna girmesi diye bir sey söz konusu olamaz. Olamadigi içindir ki yukardaki dilege temel edinilen formülü ters yüz etmek gerekir. Çünkü ekonomik gelisme ancak ekonomik canlilikla, yani yeryüzü yasamlarina öncelik ve üstünlük ve deger vermekle mümkündür. Ekonomik canliligi olusturacak olan “akilci” kosullari saglamadan ne “sanayi toplumunu” var kilmak, ne “ticaret ve is düzenini” kurmak ve ne de tek deyimle “ekonomik kipirdanmalara” yönelmek düsünülebilir. Seriat verileri araciligiyle insan beyninin içerisine çöreklenmis “müptezellik” ve “yoksulluk felsefesi” mikrobunu oradan çikarmadikça hiç bir ekonomik gelisme hayal edilmemelidir.

Ekonomik canlilik ise, gelecek dünya yasamlarindan önce bu dünya yasamlarina önem ve öncelik vermekle, daha dogrusu yeryüzünde yoksulluktan uzak ve varlikli olarak insanca yasamaya özlem duymakla mümkündür.

Seriat dini’nin sarildigi “Bir hirka, bir lokma” felsefesiyle, “müptezelligi” “fazilet” bilen egitimiyle, “Yoksullugu veren Tanri’dir, fakirler zenginlerden önce Cennete gireceklerdir” seklindeki inandirmalariyle, yeryüzünün “misafirhane” oldugunu öngören masallariyle, ve öte yandan bütün bunlara kanip rizik denen seyin Tanri’nin keyfiligiyle saglanabilecegini sanan ve kendisini kul’luktan yukari bir kerteye layik görmedigi için insanca yasamlara gerek duymayan insanlarla ekonomik canlilik yaratmak abes olur. Insanlarimizi her seyden önce saf inançlardan kurtarmak gerek; bunu yapmadikça ve yoksullugun fazilet degil utanç verici bir sey oldugunu ögretmedikçe, fakirlerin zenginlerden önce Cennete gideceklerinin yalan oldugunu belletmedikçe, ya da benzeri kandirmalardan vazgeçmedikçe hiç bir ekonomik kipirdanma olanagini saglamak mümkün degildir. Mümkün olmadigini kanitlayan iki örnek vardir önümüzde ki, bunlardan biri, kisilerin dünya yasamlariyle ilgili inançlarini degistirerek ekonomik sahlanmayi saglayabilmis olan Bati örnegi, digeri ise bu tür inançlari hiç degistiremedigi için ekonomik (ve sosyal) geriliklerden kurtulamamis olan Islam dünyasi ve bu dünya’nin bir parçasi olan kendi toplumumuzdur 557.

Biraz ilerde görecegiz ki Orta Çag döneminde yoksullugu “fazilet” sanan, yeryüzü yasamlarini degersiz bulan, çalismayi dahi bir bela sayan Bati dünyasinda ekonomik miskinlik ve “atalet” denen seyler geçerli iken, “Renaissance” ve “Reformasyon” hareketleriyle birlikte, daha dogrusu çalismanin ibadet’ten önce gelen bir “iman” sorunu oldugunun kafalara sokulmasiyle (ki bu isi özellikle Luther ve Calvin gibi Reformasyon liderleri yapmislardir) ve yoksullugun “fazilet” degil “nakise” (kusur) olarak sayilmasi gereginin kabulu ile birlikte ekonomik canlilik kendisini göstermistir. Böylece Bati dünyasi modern zamanlarin mucize yaraticisi durumuna girmistir. Yoksullugu “fazilet” imis gibi gösteren din hükümleri, ileri görüslü bazi din adamlarinin etkisiyle degistirilmis, yeni yorumlarla süslendirilmis, muhtemelen Tanri’nin pek hosnud olmayacagi niteliklere dönüstürülmüstür. Birazdan görecegiz ki Luther, Incil’deki hükümleri kendi toplumunun dili olan Almanca’ya çevirirken “emek” ögesini ibadet’in ve dua’nin önüne geçirmistir. Calvin ise “yoksullugu” degil fakat aksine “varlik edinmeyi”, Tanri’ya hizmet olarak tanimlamis, varlikli olmanin Cennet kapilarini açacagini dinsel inanis olarak yerlestirmistir. Luther ve Calvin gibi daha nice din adamlari ve ayni dogrultudaki yazar ve düsünürlerin çabalari sayesindedir ki Bati halklari ekonomik kalkinma yoluna girmislerdir. Bütün bu cabalara egemen olan sey akilci egitimdir. Ve Bati’li aydin, kendi toplumunu din adaminin pençesinden kurtarmakla ya da din adamini akilciliga zorlamakla basari yolunu açmistir.

Atatürk de ayni seyi yapmistir; din hükümleri araciligiyle din adaminin elinde kader oyuncagi haline getirilen Türk insanini sosyo-ekonomik canliliga sürüklemek amaciyle o da bir yandan: “Kader, talih ve tesadüf deyimleri Arapça’dir…Türk’leri ilgilendirmez” diyerek toplumu kendi kaderinin sorumlulugu fikrine yöneltirken diger yandan da din adaminin sömürüsünden ve baskisindan kurtarmistir.

I) Bati’da din adami “emek” ögesini “dinsel görev” haline getirirken:

Bati’da ekonomik yasam, “Katolikler” ve “Protestanlar” bakimindan farkli ve genellikle ikincilerin birincilere oranla daha avantajli durumda bulunmalari seklinde kendisini göstermistir. Bununla beraber her iki mezhep de ekonomik canliligi Seriat toplumlarina nazaran çok daha basarili olusumlara ulastirmislardir. Her ikisi için de emek (çalisma), en güç ve zahmetli yönleriyle, bir bakima din sayilmistir. Su bakimdan ki Katolik’lik çalismayi, Adem-Havva’dan gelme günahlarin kefareti olarak görmüs, Protestanlik ise Tanri’yi yüceltme anlamina almistir. Fakat Protestanlik kisi’yi ekonomik bakimdan ölçüsüz bir hirs ve sevk’e sürüklerken, Katoliklik maddi ihtiraslara gem vurmaga çalismistir 558. Bundan dolayidir ki Protestan ülkelerde çalisma hevesi’nin ve gücü’nün, Katolik ülkelere nazaran daha yüksek oldugu ve is alaninda Protestanlarin daha basarili sonuçlar aldiklari kabul edilir 559. Nitekim 1958 yiIinda yapilan bir anket vesilesiyle sokaktaki yurttasa sorulan: “Insanlar (ellerinde) olanla yetindikleri ve olandan fazlasini aramadiklari zaman mi Tanri’nin dilegini yerine getirmis olurlar, yoksa olandan çok fazlasini elde etmek için ugrastiklari zaman mi? ” seklindeki soruya Protestan’larin verdikleri yanit su olmustur: “Tanri’nin hoslandigi sey insanlarin var olanla (nasipleriyle) yetinmeyerek çok daha fazlasina sahip olmak için çalistiklarini görmektir”.

Yine ayni yil yapilan diger bir bilimsel arastirma sonucunda Protestanlarin, ekonomik yasamlar ve çalisma hirsi ve hevesi bakimindan Katoliklere oranla çok daha üst düzeyde bulunduklari, varlik edinmek ve ekonomik refaha ulasmak hususunda çok daha fazla istek ve kararlilik içerisinde davrandiklari anlasilmistir 560

Bu zihniyeti, Islam’in “rizik Tanri’dandir, Tanri’nin verdigi rizik ile yetinen kisi Cennet’lere girer” seklindeki emirleriyle egitilen ve bu nedenle fazla varlik edinmek için fazla çalismayi düsünmeyen zihniyetle karsilastiriniz 561.

*

Hiristiyanligin ilk ortaya çikisi tarihlerinde havariyun’lardan St. Paul, Incil’in satirlari arasina “Kim ki çalismak istemez, rizik yoktur ona” seklinde hükümler yerlestirmek suretiyle her insana çalisma zorunlugunu yüklemisti. Onun yaptigini daha sonra, Orta Çag’larda Thomas d’Aquinos, biraz daha gelistirdi ve çalismayi, günlük rizki saglamanin ilk kosulu saydi. Böylece “rizik” denen sey Tanri’dan ve Tanri’nin dilek ve keyfinden dogma bir sey degil fakat asil kisi’nin kendi emeginin ürünü oluyordu.

Daha baska bir deyimle St. Paul ve Thomas d’Aquinos, az ölçüde de olsa çalisma gücüne itis saglayan bir yenilik getirmis oldular. Onlarin bu buluslarina, daha sonra Luther, Calvin ve Richard Baxter gibi reformcular sayesinde yeni ve daha önemli dinsel unsurlar eklendi. Buna göre kisi, sadece günlük ekmegini, rizkini saglamak için çalismamaliydi; çalisma eyleminin bunun da üstünde bir amaci olmaliydi ki o da Tanri’yi yüceltme amacina dayali bulunmasi idi. Yani kisi bütün gücü ve enerjisiyle çalistigi taktirde Tanri’yi yüceltmis sayilacakti. Tanri’nin kisi’den istedigi ve bekledigi sey buydu. Kisi için günlük rizki saglamakla yetinmek yeterli degildi; günlük rizkini saglamis olsa dahi, daha fazla, mümkün oldugu kadar fazla çalismali idi ve ancak bu takdirde Tanri’ya layik olabilir, onun emirlerine uymus sayilabilirdi. Bu sekildeki çalismasiyle kisi ne kadar çok para kazanir ve varlik edinirse Tanri’yi da o kadar hosnud etmis olurdu. Yoksulluk fazilet degil fakat adeta günahkarlik demekti.

Söylemeye gerek yoktur ki böylesine ekonomik bir canliliga kavusturulan kisi, hem kendi kendisini ve hem de mensup bulundugu toplumu kalkindirma yoluna girmis oluyordu 562.

Öte yandan Luther, Calvin ve digerleri “Kutsal” bilinen kitap’taki din hükümlerini öylesine yorumlayip halka sundular ki yoksulluk fazilet degil fakat utanç verici bir sey sayildi. Incil’i Latince’den kendi dillerine çevirirlerken öylesine bir dil ve deyimler kullandilar ki, yoksullugu, kanaatkarligi (az ile yetinme gelenegini) o zamana kadar fazilet ve meziyet gibi gören inanislar degisti; yoksulluk “fazilet” degil fakat “rezillik” gibi bir sey sayildi. Luther Incil’i Latince’den Almanca’ya çevirirken, Tanri’nin insanlara yükledigi görevlerle ilgili sözcükleri Latince aslindan farkli anlamlar yaratacak sekle soktu ve örnegin “Beruf” sözcügünü kullandi. Almanca’da bu sözcük “Tanri çagirisi” anlamindadir. Böylece Tanri, kisileri, çok çalismak suretiyle kendisine hizmet etmeye, bu yoldan kendisini yüceltmeye çagirmaktaydi. Luther “Beruf” deyimini uygularken onu yepyeni bir anlam içerisinde halka kabul ettirdi. Bu yeni anlama göre “Beruf” , Tanri çagirisina çalisma yolu ile kosmak demek oldu. Böyle olunca, kisi bakimindan dünya yasamini çalismaya dayatip bol varliga, refaha kavusmak, tipki ibadet etmek, tipki Tanri’ya tapmak kadar kutsal bir anlam tasir oldu. Daha baska bir deyimle yeryüzü yasami için çalismak demek, Tanri’yi yüceltmek sayildi. Çalisma duygusu böylece dinsel bir inanç niteligini aldi. Bir baska deyimle Luther ve Calvin gibi din adamlari, kendi toplumlarina, dünyevi isleri görürlerken Tanri’ya en iyi sekilde ibadet ve dua ediyorlarmis, Tanri’yi yüceltiyorlarmis inancini asiladilar 563. Su durumda kisi için en makbul, en kutsal yasam, bir köseye çekilip yeryüzünü misafirhane seklinde görmek, dua edip beklemek, yoksullugu fazilet bilmek, yoksul kalarak Tanri’yi hosnud etmek degil fakat aksine yeryüzünü yasanacak yer bilmek ve cennet haline getirmek, çalisip para kazanarak varligini arttirarak Tanri’yi yüceltmekti. Tanri’in ondan bekledigi sey buydu; Tanri onu bu sekilde çalismaya ve varligini arttirmaga çagirmaktaydi.

Protestan din adamlarinin ve Reformasyon liderlerinin yerlestirdikleri dinsel inanç iste bu olmustur. Bunu yaparlarken kisi’yi Cennet masallariyle oyalamamislar, aksine Cenneti bekleme hevesinden kurtarmislardir. Onlara göre kisi gelecek dünyalarin nimetlerine konmak için degil fakat sadece yeryüzü dünyasinin görevlerini yerine getirmek için çalismaliydi, çünkü Tanri’nin onaylayabilecegi tek yasam türü bu olabilirdi 564. Su durumda kisi bakimindan dinen ve ahlaken ideal olmak gereken sey, dünya yasamlarindan el çekmeyip varlik edinmek, kisiligini gelistirmek, dolayisiyle yaratici güce sahip olmak, ve Tanri’ya karsi verimli hale gelmektir.

Bu sayede kisi, asil yasanmak gereken dünya’nin gelecek dünyalar degil fakat her seyden önce bu yer yüzü dünyasi oldugunu ögrenmis, kendi kendisini “mahrumiyetlere”, eziyetlere” sokmanin ve sirf gelecek dünyalar adina her türlü zevklerden uzak kalmanin budalalik oldugunu anlamistir.

Bununla beraber Luther ve Calvin gibi din adamlarinin yerlestirdikleri inançlara göre “feragat” ve “nefse egemen” olmak gibi meziyetler terkedilmis degildir. Bunlar rasyonel bir ayarlama ile dünya yasamlari bakimindan yararli sekle dönüstürülmüstür. Su bakimdan ki, kisi için sirf para kazanmak, varlik saglamak ve basit çikarlar ugruna çalismak degil fakat Tanri ugruna çalismak fazilet sayilmistir. Protestan liderlerin düsünüsü su olmustur ki eger para kazanmak, mal mülk sahibi olmak sirf maddi çikarlar maksadina dayali olacak olursa bundan sakincali sonuçlar dogabilir, çünkü mal ve para hirsi’nin sonu ve siniri yoktur; bu hirs ugruna kisi her türlü kötülüge, her türlü ahlak disiliklarina kaçabilir. Üstelik bu hirs yüzünden çalisma’yi küçümsemesi, tenbellige yönelmesi de mümkündür. Çünkü yeteri kadar para ve mal kazandigi an daha fazlasini elde etmek için çalismak istemez. Oysa ki eger çalisarak para kazanmayi, Tanri’yi yüceltmek, O’na hizmet etmek amacina dayali bir sey olarak görürse, böyle bir düsünceye yönelmez. Kendi ihtiyaçlarini bol miktarda karsilayabilecek varliga kavussa bile yine çalismaktan geri kalmaz, varlik saglamak için yaratici olmaga, verimli-sistematik, rasyonel bir sekilde is görmege devam eder, böylece Tanri’yi hosnud ederken ayni zamanda topluma yararli olmus olur 565. “Çalisma” denen sey Tanri’ya hizmet seklinde “fazilet” niteligini alinca kisi’nin karakteri de bu dogrultuda olmak üzere olumlu sekilde gelisme göstermistir.

Oysa ki Islam’da yoksullugun fazilet ve meziyet oldugu inanisi bir yana fakat bir de “rizik” denen seyin, tam bir keyfilik içerisinde Tanri’dan gelme oldugu kabul edilmistir: Tanri diledigine diledigi kadar rizik verir, diledigininkini arttirir, diledigininkini kisar. Bundan dolayidir ki Islam ülkelerinde kisi için yoksullugu nimet bilip her zevkten, her iyi ve rahat yasamdan (hatta fazla gülüp eglenmekten) kaçinmak “fazilet” sayilmistir. Cinsel münasebet bile, zevk için degil sadece nesil üretmek için gerekli kabul edilmistir. Bundan dolayidir ki müslüman toplumlarda insanlar miskinlesmis, müptezellesmis, dünya yasamlarini küçümsemis, adeta bitkisellesmis, yaratici güçten yoksun sadece cennetleri hasretle bekler hale girmislerdir.

Konuyu Teokratik Devlet Anlayisindan Demokratik Devlet Anlayisina adli kitabimda ele aldigim için burada fazla durmayacagim fakat sunu ekleyeyim ki, her ne kadar Hiristiyanlikta da kisiyi, rizkini Tanri’dan bekleyici 566, miskinlestirici ve dünya yasamlarini küçümser duruma getirici hükümler oldugu kabul edilirse de, biraz yukarda belirttigim gibi Luther ve Calvin gibi din adamlari, çalismayi dinsel görev sekline sokmakla Batili insanin kaderini çizmislerdir. “Reformasyon” dönemini getiren ve sürdürenler, Luther ve Calvin’in görüslerini pekistirmisler ve çalismayi daha da kutsal, rasyonel ve sistematik sekle sokmuslardir. Örnegin rasyonel sekilde çalismamanin zaman israfina sebeb olacagini, oysaki israfin ve bos durmanin dinsel günah sayildigini, zamani en verimli bir sekilde degerlendirmenin din geregi bulundugunu anlatmislardir 567 . Fikren ve bedenen bütün gücüyle, en agir sekilde, yilmadan çalismanin kisi bakimindan Tanri’ya hizmet etmek oldugu inancini pekistirmislerdir.

Akil çagini hazirlayan ve getiren düsünürler ise, hamuru bu sekilde yogurulmus olan kisi’yi, özellikle rasyonel yönden ele almislar ve akli Tanri ve Tanri’yi da akil sekline sokmak suretiyle çaliskan, yaratici, uygar bir insan tipi yaratmislardir.

*

“Reformasyon” liderleri (ve özellikle Calvin) , “kader” sorununa da yeni bir dinsel anlayis getirmek suretiyle kisiyi canli ve çaliskan ruha sahip kilmislardir. Her ne kadar hareket noktalari “kati” bir kadercilik felsefesi olmakla beraber, yine de kaderciligi ekonomik gelismesinin motoru haline getirebilmislerdir. Söyleki:

Genellikle ve yanlis olarak sanilir ki Katolik’lik kadercilige körü körüne baglidir ve bu nedenle insan iradesinin bagimsizligini ve kisi sorumlulugunu kabul etmez. Yine yanlis olarak sanilir ki Protestanlik kaderciligi red’eder ve özgür düsünce ilkesini izler. Aslinda her iki kani da yanlistir. Su son dörtyüz boyunca Protestanlarin kadercilige yöneldikleri, oysa ki en koyu Katoliklerin dahi irade bagimsizligina yer verdikleri görülmüstür. Örnegin “Puritain’ler” diye bilinen ve Protestanligin en güçlü ve etkili mezheblerinden birini olusturanlar kadar kadercilige inanmis olanlar azdir. Buna karsilik “Jesuit’ler”, ki Katolikligin en koyu taraftari ve yayicilarindandirlar, özgür irade tezine bagli görünmüslerdir.

Söylenen sudur ki kadercilik denen sey, her ne kadar atalet ve miskinlik yaratir sanilirsa da, eger bilgili ellerde islenecek olursa olumlu ve verimli sonuçlar verebilir. Buna karsilik irade özgürlügü denen sey, bazi hallerde dogmaciliga dönük nitelik kazanabilir. Daha baska bir deyimle ister kadercilik ve ister irade özgürlügü olsun, her ikisi de insan varligini canli, yaratici, dinamik kerteye getirmede is görebilir 568. Nitekim Calvin, kaderi Tanri tarafindan çizilmis olan kisi’nin sadece çalismak suretiyle Tanri’nin iradesine uymus olacagini söylerken çalisma olgusunu “iman” haline sokmustur. Modern kapitalizm’in, ekonomik gelisme’nin ve varlik birikiminin olusmasinda Calvin’in büyük rolü oldugu kabul edilir. Niteligi ne olursa olsun her türlü emegi, ekonomik faaliyeti ve çalismayi “fazilet” seklinde tanimlayan ilk sistematik düsüncenin temsilcisidir o. Hiristiyanligin uyguladigi din hükümlerine öylesine yeni bir anlam vermis, bunlari öylesine olumlu sekilde yorumlamistir ki, Bati’da ticaret serbestisi ve Kent endüstrisi ancak onun çabalariyle olusan canlilikla saglanabilmistir. Din kitaplarinda faiz yasaklariyle ilgili, ya da yoksulluk felsefesini destekler nitelikteki hükümleri Calvin ters yüz ederek ekonomik zindeligi yaratmistir. Kredi sistemini (örnegin faiz karsiligi borç almayi) sosyal yasamlarin kaçinilmaz ve zorunlu gerekleri olarak din hükümleri sekline dönüstürmüstür; daha dogrusu dinsel verileri bu gereklere oturtmustur. “Bir lokma ekmek, bir hirka” zihniyetini ya da “az ile yetinmeyi” dinsel meziyet sayilmaktan çikarmistir. Kendisini disiplinli ve metodik sekilde çalismaya zorlayan kisi’nin Tanri gözünde deger kazanacagini “inanç” haline sokmustur. Daha baska bir deyimle Calvin, kaderciligi miskinlik ve sorumsuzluk yaratan sekliyle degil fakat çalisma gücünün motoru ve enerji kaynagi olarak ele almistir. Onun anladigi sekliyle kadercilik, kisilerin içinde bulunduklari durum bakimindan deger tasir olmustur. Kisiler Tanri tarafindan belli görev ve hizmetlerde bulunmak üzere yaratilmislardir. Tanri her insani belli bir meslekte, belli bir iste ve sirf kendisine hizmet etsin için var kilmistir. Kisi o meslek ve isi görürken, baskalarina degil fakat her seyden önce Tanri’ya hizmet etmis olma duygusu içerisindedir: isini ne kadar sevk, azim ve verimlilikle yapacak olursa Tanri’ya o kadar layik olmus olacaktir. Kisi bakimindan çaliskan olmak, dinin bizatihi geregi olarak önem tasir. Dinsel inanç bu düsünce üzerine bina edilmistir Calvin’in felsefesinde 569.

Calvin, bu konuda Luther’den biraz farkli bir düsünce yörüngesindedir. Çünkü Luther’e göre iman denilen sey, çalismanin bizatihi kendisi oldugu halde Calvin’e göre bunun da ötesinde bir seydir, çünkü iman ancak çalisma yolu ile saglanabilir; yani çalismayi yapan iman degil fakat imani yapan çalismadir; iman çalisma’nin ürünüdür ve ondan dogar.

Bu böyle olunca çalismak suretiyle sinirsiz sekilde varlik edinmekte dinsel hiç bir sakinca yoktur. Çünkü “varlik” sadece maddi kazanç saglama dilegi ve hirsi ile degil fakat Tanri’ya hizmet düsuncesiyle, yani iman geregi olarak elde edilmis olmaktadir; bu nedenle “kutsal” bir anlam tasir. Böylece “Emek”, “Çalisma” hem nitelik (kalite) ve hem de nicelik (kantite) bakimindan ortaya çikmis olur. Nitekim Calvin’in etkiledigi ülkeler (örnegin Isviçre, Ingiltere, vs) çalismayi bu sekilde din haline sokmus ülkelerdir. Bu ülkelerde çalisma bilinci, is düzeni, is sorumlulugu ve çalisma verimliligi diger ülkelere oranla çok yüksek olmustur 570.

*

Her ne kadar Calvin Tanri’yi otoriter ve hatta despot nitelikte tanimlar görünürse de 571 bu yeni dinsel anlayis içerisinde kisi’yi, hem verimli ve hem de hiçbir araci’ya, hiçbir din adaminin fetvasina ve yardimina gerek duymadan, hiç bir umuda kapilmadan, sadece kendi çalismasi ve emegi ile Tanri’yi yüceltme, kendisini Tanri’ya begendirme olanagina sahip kilmistir; baskalari ve örnegin mensup bulundugu Kilise’deki din adamlari ne derse desinler, ne hüküm verirse versinler kisi, Tanri indindeki yerini sadece kendisi, kendi çalismasi ile saptamis olacaktir.

Oysa ki Katolik dininde kisi, ancak Kilise’nin, yani din adami’nin araciligi ile Tanri’nin inayetlerine sahip olabilecegi inancindadir. Kisi için kurtulus yolunu çizen güç Kilise’dir, din adamidir 572. Bu böyle olunca kisi’deki iman anlayisi çalisma gücü’nü etkiler nitelikten biraz uzaktir.

Calvin Kilise’ye üye olmayi, Kilise’de ibadette bulunmayi engellemis degildir; aksine bunu kosul bilmistir. Fakat kisi’yi, kendi basina, kendi çabasi ve çalismasi ile kendisini Tanri’ya begendirebilen, kendi sorumlulugu ile basbasa bulunabilen bir varlik yapmistir.

Yine tekrarlayalim ki Calvin’in doktrininde bu yeryüzü bir bekleme, yoksulluk içinde günlerini geçirme, gelecek dünyanin Cennet’lerindeki nimetleri ve dilberleri hayal etme ve bu Cennet’ler için hazirlanma yeri degildir. Bu bakimdan Calvin doktrini, miskinlik, durgunluk ve yoksulluk felsefesini kökten red etmis sayilir. Bu doktrine göre yeryüzü, belli is alanlarinda kisilerin Tanri’ya hizmet ettikleri, emek ve çalisma yolu ile Tanri’yi yüceltmeye ugrastiklari, daha dogrusu Tanri’nin emrine uyduklari yer’dir. Tanri’nin verdigi emir “Çalis!” emridir. Bu emri en iyi ve en verimli sekilde yerine getirmek suretiyle kisi Tanri’ya “ibadet etmis”, onu yüceltmis olur. Daha baska bir deyimle kisi için dinsel yasam, sadece Tanri’ya yalvarip yakarmak, ibadet ve dua etmek seklindeki dinsel görevleri yerine getirmekten ibaret degildir. Asil ibadet, asil dinsel görev yeryüzü yasamlarini bereketli, verimli, kazançli ve varlikli hale getirmektir; bu da ancak çalismakla olur. Sadece el açarak Tanri’ya dua ile dinsel görev yerine getirilmis olmaz. Böylece Calvin, “Kader” felsefesi, “Tanri anlayisi” ve “Is gücü” (Çalisma) gibi unsurlari birbirleriyle baglantili olarak kisi’nin yeryüzünde refah içinde ve insan gibi yasamasi olasiligina araç yapmistir.

Fakat hemen ekleyelim ki Bati’da, insan varliginin kutsalligina asil inananlar akilciligi rehber edinen aydin’lardir. Onlar, kader felsefesinin bu yukardaki olumlu yorumunu dahi yeterli bulmayip insan sahsiyetinin haysiyeti sorunlarina akilci yoldan çözüm aramislardir. 17. ve 18. Yüzyil düsünürlerinin çogunun yaptiklari budur. Örnegin Fransa’da Pierre Bayle, kisilerin “iyi” ya da “kötü” bir kadere sahip olmalari nedenini Tanri’ya atfeden görüsleri “Kader” felsefesi adi altinda savunan din adamlarina karsi en amansiz tenkitleri savurarak savas açmisti. Dictionnaire adli ünlü yapitinda söyle der: “Eger Hiristiyan teolojisi, örnegin St. Augustin’in ya da Calvin’in ve Jansenist okul mensuplarinin görüsleri dogru ise, bu takdirde Tanri’nin bir canavar oldugunun kabulü gerekir” . Daha sonra, 18. yüzyilda J. Wesley, bu ayni görüslerin en atesin savunucularindan olmustur. Ona göre Tanri’yi kader çizen, keyfilikler içerisinde hareket eden bir “Yaratan” olarak göstermek, O’na karsi en çirkin, en küstah bir davranista bulunmak demektir. Yine ona göre kaderci felsefeye inanmak Tanri’yi her türlü kötülükleri yapabilir sekilde kabul etmek demektir. Tanri’nin insan kaderini önceden çizer olduguna dair “Kutsal” bilinen kitaplarda yer alan sözler, Tanri’ya haksizlik ve hakaret anlamina alinmalidir. Çünkü Tanri “keyfilik” Tanrisi olamaz, “Korkutucu” bir Tanri olamaz; O sevgi Tanri’sidir, iyilik Tanri’sidir, adalet Tanri’sidir; yüceliginin nedeni de budur 573. Bundan dolayidir ki hiçbir din kitabi insanlarin kaderlerinin kendi iradeleri disinda, baska bir güç tarafindan (velev ki bu güç Tanri olsun), önceden çizilmis oldugunu kanitlayamaz.

Bati dünyasi, özellikle 18. yüzyilda, bu tür akilci görüsleri savunan aydinlarla doludur. Bu sayededir ki Bati dünyasi karanligi yenebilmis, aydinliklara çikabilmis, her alanda oldugu gibi ekonomik alanda da insanlarini gelistirebilmistir 574.

Ne acidir ki Seriat dünyasi bu dogrultuda yol alamamistir. Birakiniz akilci düsünceye benzer bir yeniligi ve fakat “Reformasyon” liderlerinin Hiristiyanliga soktuklari dinsel anlayis dogrultusundaki gelisme’ye benzer bir sey dahi, hiç bir dönem itibariyle söz konusu olmamistir Islam ülkelerinde. Daha önceki sayfalarda degindigimiz gibi, Islam’in özü kisi’nin Tanri kulu oldugu inanisina dayalidir. Tanri’ya kulluk, Tanri’ya hizmet, her seyden önce Tanri’ya dua ve ibadet etmekle olur ki bunun tezahürleri Tanri’nin “Tek” oldugunu tekrarlamak, namaz kilmak, oruç tutmak, hacc’etmek, Cihad’a çikmak gibi davranislardir. Bu davranislar Tanri’nin yerine getirilmesini emrettigi ve tamamiyle sekilcilikten olusan seylerdir. Öte yandan dünya yasamlari, dünya kazançlari degersiz ve önemsiz olup “yoksul” ve “müptezel” yasamlar “asil’dir”. Kisi için en büyük görev, en kutsal is Kur’an okumak ve Kur’an’in bes kosuluna uymaktir ki bu kosullar biraz önce dedigimiz gibi namaz kilmak, oruç tutmak, din adina savasa çikmak, hacc etmek üzere Ka’be’yi ziyarette bulunmak vs… gibi seylerdir.

II) Din Adami, Halk Yiginlarina “Mübtezel’ligi” ve “Yoksul’lugu”, Fazilet Diye Belletir; “Kaderciligi” Ise Bu Zihniyetin Temeli Bilir.

Yeryüzünün pek az bölgesi vardir ki islam ülkelerinde oldugu kadar “mübtezel’lik” ve “yoksulluk” gibi müsibetleri “fazilet” ve “meziyet” niteliginde saysin ve insan haysiyetiyle bagdasmaz bu tür yasamlari kader ve sabir isi yapsin. Yirtik, yamali, pejmürde giysiler içinde ve saçi sakalina karismis olarak dolasmak, toprak alti evlerde oturmak, hayvanlarla alt-alta, üst’üste bir arada bulunmak, yere çöküp parmaklarla yemek yemek ve yerken parmaklari yalamak, abdest yaptiktan sonra tek sayida tas ya da kerpiç kullanarak temizlenmek, günlük rizki edinecek kadar çalismayi yeterli bilmek, onu dahi Tanri’ya yalvar yakar olup O’ndan beklemek, bütün bunlarin Tanri’nin dilegi oldugunu düsünmek vb…, evet bu ve buna benzer hususlar, müslüman ülkeler insanlarinin ortak yönlerindendir. Çünkü bu insanlarin kafalarina din adamlari araciligi ile sokulan inanis, müptezelligin, yoksullugun, rizik azligi’nin (ya da bollugu’nun), yeryüzü mutsuzluklari’nin hep Tanri dilegince olustugu, Tanri’nin kendilerini “zor” bir sinavdan geçirmekte bulundugu ve bu sinavdan geçenlerin Cennet’teki bolluklara, yesil irmaklara, “yakut gözlü ve memeleri yeni sertlesmis” güzel kizlara kavusacaklaridir.

Bu inanislari tam bir sihirbaz ustaligiyle yoguranlar din adamlari’dir. Din adami’nin tek ugrasisi “müptezelligi” ve “mahviyet” duygusunu “fazilet” halinde gösteren seriat hükümlerini hiç degistirmeden uygulamak, kisi’yi kader oyuncagi yapmak, “sabir” hamuru ile yogurarak onu zavalli, hersey’e boyun egen, rizkini kendi gayretinden ziyade Tanri’nin inayetinden bekleyen bir yaratik durumunda tutmak olmustur. Kisi’nin, insan haysiyeti içerisinde, irade özgürlügüne sahip ve kendi kaderinin sorumlusu olarak yasamasi, din adamini ilgilendirmemistir. Maddi ve manevi bakimdan kisi’nin eziklikler, gerilikler, çileler ve ilkellikler içerisinde yasamasi onu üzmemistir. Aksine kisi’yi (ve toplumu) bu durumlarda tutmaya yararli seriat verilerini en büyük bir kurnazlik ve ustalikla geçerli kilmayi ma’rifet bilmistir.

Bu konuyu ve söz konusu bu verileri “Teokratik Devlet Anlayisindan Demokratik Devlet Anlayisina” adli kitabimizda inceledigimiz için burada fazla durmayacagiz 575 ; fakat tekrarlama pahasina da olsa bazilarini animsamakta yarar vardir.

Din adamlarinin insanlarimiza bu konuda asiladiklari inançlarin basinda, “mübtezellik” ve “yoksulluk” gibi seylerin, “fazilet” niteliginde oldugu inanci gelir. “Mübtezel” sözcügü esas itibariyle “hor görülen” ya da “degersiz” seyler için kullanilir. Din adami bu sözcügü müslüman kisilere, seriatin öngördügü sekliyle belletir ki o da saçi sakalina karismis, üstü basi toz-toprak dolu, eski ve pejmürde giysilere ya da pestemal’a bürünmüs insan tipini temsil eder. Belletirken de Muhammed’in “mübtezelligi” yücelten su sözlerini tekrarlar: “Allahu Teala giydigine aldiris etmeyen mübtezel insanlari sever” 576. Bu gibi kimselerin dogruca Cennetlere gideceklerini müjdelemek için yine Muhammed’in sözlerine basvurur ki bunlardan biri söyledir: “Dikkat edin, Cennet’in hükümdarlarini size haber vereyim mi? Her hakir görülen zayif, tozlu toprakli, saçi sakali karisik, eski iki elbiseye bürünmüs, kendisine kiymet verilmeyen ve nazara alinmayan… kimselerdir” 577 .

“Mübtezel’lik” yaninda yoksullugun da “fazilet” demek oldugunu anlatmak için din adaminin elinde sayisiz denecek kadar çok seriat verileri bulunur. Bir kere her seyden önce Muhammed örnegini sergiler: güya Muhammed ömrünü yoksulluk içinde geçirmistir, arpa ekmegi, hurma ve sudan gayri bir sey yememistir, kaba kumastan gömlek ve pestemal’dan baska bir sey giymemis ve yoksul kisiler gibi ölmüstür. Güya Ebu Hüreyre: “Rasulullah doyasiya arpa ekmegi bile yiyemeden dünyadan ayrildi” demistir 577 (a). Güya Ayse: “Peygamber ailesi Medine’ye hicretten vefatina kadar üç gece pesipesine doyasiya bugday ekmegi yememistir” 577 (b) diye bildirmis ve “Peygamberimizin yatagi, içi hurma lifleri ile doldurulmus hayvan postu idi” 577 (c) diye eklemistir. Güya Ibn Abbas: “Rasulullah pesipesine bir kaç gece aç yatar, ev halki da aksamleyin yiyecek bir sey bulamazdi. Bulduklari zaman da yiyecekleri arpa idi” demistir. 577 (d) .

Hemen açiklayalim ki din adami’nin Muhammed’i yukardaki sekilde açlik ve yoksulluk içerisinde yasamis gibi göstermesi gerçeklere aykiridir. Çünkü Muhammed, Medine’ye geçtikten sonra çesitli saldirilar ve savaslar yolu ile edindigi ganimetler sayesinde mallar, genis araziler ve köleler edinmistir. Ganimet paylasimi sa yesinde kendisi gibi varlikli olmus olanlar da çoktur.

*

Öte yandan rizk’in Tanri’dan ve Tanri’nin keyfine göre gelme oldugunu anlatmak için din adami yine Kur’an’a sarilir. Kur’an’da yer alan hükümler arasinda: “…bol nimet Allah’in elindedir, onu diledigine verir” (3 Imran 73); “Allah diledigine lütfeder, ihsanda bulunur” (14 Ibrahim 11); “Allah diledigini hesapsiz sekilde riziklandirir” (24 Nur 38); “Allah diledigi kimselerin rizkini genisletir” (13 Ra’d 26); “…Eger fakirlikten korkarsaniz bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginlestirecektir…” (K. 9 Tevbe 28) seklinde olanlari çoktur .

Bütün bu hükümlerin anlattigi o’dur ki, rizki veren Tanri’dir ve Tanri, “say ve emek” ne olursa olsun, kullarina diledigi sekilde ve diledigi miktarda rizik dagitir. O’nun bu keyfiligini etkileyen tek sey, olsa olsa kisi’nin kendisine kul olarak boyun egmesi, yalvarip yakarmasi, dua etmesidir.

Öte yandan yine din adami’nin belletmesine göre, “yoksulluk”, “açlik”, “hastalik” ve “bela” gibi seyler Tanri’nin kendi sevdigi kul’larina, sirf onlari sinamak için “ihsan” ettigi seylerdir ve bu gibi durumlarda kul’larin sabir göstermeleri, Tanri’ya hamd etmeleri gerekir:

“Sizi birazcik korkuyla, açlikla, mal, can ve meyve noksaniyle sinayacagiz, müjdele sabredenleri” (K. 2 Bakara 153) ;

“Allah rizik bakimindan bir kisminizi bir kisminizdan üstün etmistir” (K 16 Nahl 71);

“…’Allah’in aramizdan seçip lütfettigi bunlar mi?’ demeleri için halkin bir kismini bir kismiyle sinariz” (K. 6 En’am 53) seklindeki ayet’ler verilebilecek örneklerden sadece bir kaçidir.

Bu konuda “Hadis” seklinde is gören pek çok hükümler de vardir. Örnegin Seddat Ibn-i Evs’in rivayetine göre Muhammed söyle demistir: “Allahu Teala buyurdu ki: -‘Ben bir kulumu belaya ugrattigimda bana hamd ederse ve basina gelen musibete sabrederse, o kimse anasindan dogdugu gibi günahlardan arinarak yatagindan kalkar” 576. Enes’in rivayetine göre sunu bildirmistir: “Ulu Tanri buyurdu ki: -‘Izzet ve cel’lime yemin ederim ki, magfiret etmek istedigim kulumu vücudunda hastalik, maisetinde darlikla müptela ederek boynundan bütün günahlarini almadikça dünyadan çikarmam” 577. Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre de söyle eklemistir: “Mümin kulumu belaya ugrattigimda kendisini ziyaret edenlere benden sikayet etmezse, onu ugradigi felaketten kurtaririm, Sonra eti yerine evvelkinden daha hayirli et, kani yerine evvelkinden daha hayirli kan veririm. Artik o, taptaze (günahtan azade) olarak isine baslar” 578.

Rizki az verilen yoksul kisilere, Tanri’nin en sevgili kul’lari olduklarini anlatmak için din adami: “Tanri bir kulunu sevdigi zaman onu bela ile, iptila eder. Sevgisi son haddine vardigi vakit aile, mal, evlad diye kendisine hiç bir sey birakmaz” 579 seklindeki hükümleri sunar. Ayrica da Muhammed’in: “Beni seven fakirligi sever” 580 ya da “Allah… fakir (olanlari) sever… Bu ümmetin hayirlisi fakirler(dir)…” 581 dedigini hatirlatir . Bu arada varlikli olmanin pek akillica bir is olmadigini belirtmek üzere: “Bu dünya, evi olmayanlarin evi, mali olmayanlarin da malidir. Dünyaligi ancak akli olmayanlar toplar” 582 seklindeki hadis’ler yaninda: “Allah’a fakir olarak mülaki ol, zengin olarak mülaki olma” 583 seklindeki hükümleri sergiler.

Fakat “yoksullugü” cazib göstermenin en etkili yolu Cennet va’dlerinden bulunmaktir. Kur’an ve hadis kaynaginda, yoksullarin, Cennet’lere, zenginlerden 500 yil önce ulasacaklarina, orada en güzel, en tatli yasamlara, “güzel bakire kizlara”, bol sarap ve meyvalara vs… kavusacaklarina dair nice hükümler yer almistir. Din adami’nin söylemesine göre Muhammed söyle demistir: “Yoksul mü’minler zenginlerden önce Cennete girer, yer içer ve istifade ederler” 584. Yine din adami’nin bildirmesine göre Muhammed söyle eklemistir: “Cennete müttali oldum, halkinin çogunlugunu fakirlerden gördüm. Cehenneme de muttali oldum, ehlinin çogunlugunu zenginlerden… gördüm” 585. Öte yandan Kur’an’in al-Naba’ Suresi’nde: “Süphe yok ki çekinenlere bir kurtulus… bir murada eris yeri var; bahçeler, üzümler ve memeleri yeni sertlesmis yasit kizlar, ve dopdolu kadeh…” (K. 78 al-Naba’ 31-35) diye yazilidir 586; buna benzer daha nicelerini eklemek mümkün.

Kisileri, sadece yoksullugu kader isi olarak benimsemege degil fakat ayni zamanda perisan kilikta, saçi basi karisik, yirtik pirtik giysilerle, daha dogrusu “mübtezel” sekilde yasamaga sürüklemek için de din adami’nin elinde seriat malzemesi bulunur ki bunlar arasinda, biraz yukarda belirttigimiz gibi, Muhammed’in: “(Allah) giydigine aldiris etmeyen mübtezel insanlari sever” seklinde konustuguna ya da “…tozlu toprakli, saçi sakali karisik, eski elbiseye bürünmüs, kendisine kiymet verilmeyen… kimseler (Cennet’in hükümdarlaridir)” dedigine ve bu tür yasamlari yücelttigine dair olanlar çoktur 587.

A) Din adami yoksullugu ve rizik azligini “fazilet” niteliginde gösterirken, varlikli sinifin güvenligini saglar nitelikteki hükümlerin de bekçiligini yapar:

Halk yiginlarina yoksullugu fazilet seklinde gösteren din adami, ayni zamanda toplumun azinligini olusturan varlikli siniflarin güvenligi için konmus hükümlerin de en etkili ve kurnaz uygulayicisidir. Bu sayede varlikli olanlarin cömert bagislarindan yararlanma olasiligini bulur.

Bu hükümler arasinda mal ve varligin ve sermaye’nin Tanri’dan gelme olduguna dair hükümler vardir ki bazilari söyledir: “Tanri diledigine az, diledigine fazla rizik verir” , ya da “Zengin eden ve sermaye veren O’dur” (K. 53 Necm 48); “Allah kendilerini, lütfü ile zenginlestirene kadar” (K. 24 Nur 33)

Ayrica da Tanri’nin lütfuna mazhar olmus kisiler bakimindan yeryüzünde varlik sahibi olmanin sakinca tasimadigina dair olanlari çoktur. Bu hükümler sayesindedir ki Islam’in ilk anlarindan itibaren toplumun çok küçük bir bölümü, çete saldirilari, savaslar ve yagma ve talan siyaseti sayesinde elde ettikleri varligi koruyabilmislerdir. Bu “mutlu azinlik”, yukarda degindigimiz hükümler sayesinde, kendilerine “yoksullar çogunlugu”ndan her hangi bir tehlike gelmeyecegini bilerek huzur ve rahat içerisinde yasamistir. Bu yeryüzünde varlik edinmis olarak keyif çatarlarken yoksul siniflara yoksullugun “fazilet” oldugunu tekrarlamaktan ya da muhtemelen : “Siz bizlerden önce Cennet’lere ulasacaksiniz” seklindeki sözlerle kandirmaktan geri kalmamislardir.

O tarihten bu yana durum hep bu olmustur. Bugün dahi Islam ülkelerinin hepsinde Tanri’ya “layik” olabilmek için yoksullugu “fazilet” sayan fakirler çogunlugu ve bunlari sömüren “mutlu azinliklar” vardir. Yer alti zenginligine sahib Arap ülkelerinde genellikle durum budur. Arap seyhlerinin saltanatini saglayanlar din adamlari olmustur 588. Varlikli sinif olan “mutlu azinlik”, varliksiz olanlari açliktan ölmeyecek durumda tutar ve din adamlari da bu varliksiz çogunlugu, varlikli siniflar bakimindan tehlikeli olmaktan uzak kilar: seriat düzeni sayesinde.

B) Din adami insanlarimizi “Hiçbir sey kisi’nin kendi emeginin ürünü degildir” seklindeki seriat verileriyle uyusturur.

Biraz önce gördük ki Bati’li din adami , daha Orta Çag’larda çalisma’yi din haline getirmis, “yoksullugu veren Tanri degil insanin kendisidir” zihniyetini yerlestirmis, böylece gayret ve emek sarfi yolu ile varlik saglamayi, para kazanmayi dinsel bir görev, daha dogrusu Tanri’yi yüceltme eylemi olarak nitelendirmistir. Oysa ki Islam ülkelerinde durum bunun tamamiyle tersine olusmus ve din adami kisi’yi “rizik Tanri’nin inayeti ve keyfi sayesinde edinilebilir” inanislarina itmistir.

Seriat verileri içerisinde rizk’in Tanri tarafindan saptandigina, sermayenin dahi Tanri tarafindan saglandigina, Tanri’nin bazi insanlari bazi insanlardan rizikça üstün yarattigina dair olan sayisiz hükümler yaninda bir de çalisma ürünü sayilabilecek herseyin beser emegi ve gayreti ile degil fakat Tanri dilegi ile ortaya çiktigi inancini pekistiren hükümler pek çoktur. Bunun böyle oldugunu anlatmak üzere din adami Kur’an’dan: “…görmez misiniz ektiginiz tohumu… siz mi bitiriyorsunuz onu, yoksa Biz mi bitirmedeyiz. Dilersek elbet onu kurutup çer çöp haline getirirdik de sasirir kalir, nadim olur dururdunuz… Gerçekten de: -‘Biz, derdiniz, ziyan ettik-‘…” (K. 56 al-Vakia 63-67) seklindeki örnekleri sergiler. Bu dogrultuda olmak üzere daha pek ayet ve hadis hükmü bulunmaktadir. Görülüyor ki ekin yetistirmek, yani çifçilikle, ziraatla ugrasmak, bu yoldan ürün elde etmek kisi’nin kendi çalismasi ve emegi ile olan bir sey degildir. Kisi ne kadar gayret sarfederse etsin, ne kadar tedbirli davranmaga özenirse özensin sonuç – yani ürün edinmek- onun elinde degildir; her sey Tanri’nin dilek ve istegiyle, keyfi iradesiyle sonuç vermektedir. Çiftçi’nin, rençberin tarlayi ekip sürmesi önemli degildir, çünkü din adami’nin söylemesine göre Tanri: “Dilersek elbet onu kurutup çer çöp haline getirirdik de sasirir kalir, nadim olur dururdunuz…” diye konusmustur; yani ekilen ekini diledigi gibi “bitirir”, ya da “kurutup çer çöp haline getirir” oldugunu anlatmistir.

Hatirlatalim ki seriat verileri arasinda rizkin emek ve çalisma karsiligi oldugunu bildiren hükümler hiç yok degildir. Örnegin Necm Suresi’nde: “Insan ancak çalistigini elde eder … Çalistiginin karsiligi da gösterilir ona” (K. 53 Necm 39-40) diye yazilidir. Bakara Suresi’nde “Rabbinizdan rizik fazlaligi isteyerek ticarette bulunmanizda beis yoktur” (K. 2 Bakara 197) seklinde ayet’ler bulunur.

Yine bunun gibi din adami’nin elinde “Amellerin kiymeti ancak niyetlere göredir…Deveni bagla da öyle tevekkül et” seklinde formüller de vardir. Ancak ne var ki bu hükümler dahi aslinda Tanri’nin keyfiligine dayali olmak üzere is görecek niteliktedir: “Tanrinizdan rizik fazlaligi isteyerek…” sözleri “istemenin” kisi’den, oysa ki “karsiligini vermenin” Tanri’dan oldugunu gösterir; kaldi ki kisi bakimindan “istemek” dahi Tanri’nin istegiyle olabilen bir seydir. Yine bunun gibi “tevekkül” etmeden önce deve’yi baglamak, kisi’nin degil fakat Tanri’nin istemis olmasiyle mümkündür, nasil ki hastalik denen sey kisi’nin temizlik kurallarina uymamasiyle degil fakat yine Tanri’nin istegiyle olusuyor ise 589.

Din adami’nin bellettigi seriat verileri arasinda “rizk” denilen seyin kisi’nin çalismasi ya da is gücü ile ilgili olmayip Tanri’nin “dünya düzeni” anlayisi ile ilgili oldugunu gösterenleri vardir. Anlasilan o’dur ki Tanri, bu dünya düzeni’ni kurarken servet esitligini sakincali bulmus, ve bu nedenle kul’larindan kimini fakir kimini de zengin kilmistir. Bunu anlatmak uzere din adami Sura Suresi’nden su örnegi verir: “(Tanri dileseydi hepinizi bol rizikli yapardi, fakat) Eger Tanri her kese bol rizik verseydi yeryüzünde azginlik olurdu” (K. 42 Sura 27) 590. Nahl Suresi’nden sunu ekler: “(Tanri) Rizik verirken kiminizi digerlerine üstün tutmustur” (K. 16 Nahl 71). Bu söyledigini pekistirmek için Zuhruf Suresi’nden sunu okur: “Dünya hayatindaki geçimlerini aralarinda böldük ve bazilarini bazilarindan üstün kildik” (K. 43 Zuhruf 32)

Görülüyor ki din adami’nin bellettigi bu ayet’lere göre Tanri, her kese bol rizik vermek ve böylece servet esitligini saglamak olanagina sahib bulundugu halde böyle yapmamistir; yapmamasinin nedeni servet esitliginin yer yüzünde “azginlik” yaratacagini düsünmüs olmasindandir: güya insan, kendisini ihtiyaçtan uzak gördügü an mutlaka azan bir yaratiktir (K. 96 Alak 6-7) ve eger Tanri bütün kullarina bol rizik verse imis yeryüzünde azginlik egemen olurmus (K. 42 Sura 27), ve iste huzur saglansin diye insanlarin bir kismina bol fakat bir kismina da az rizik dagitmis imis (K. 43 Zuhruf 32).

Din adami’nin seriat’a dayali olarak öne sürdügü yukardaki mantigi benimsemek biraz güç. Çünkü akla su sorular geliyor: “Pek iyi ama her seyi diledigi gibi ayarlamaya ve düzenlemege kadir bir Tanri, servet esitliginin azginlik yaratmasina engel olamaz miydi acaba? Öte yandan eger servet esitsizligi Tanri’dan ise bu taktirde yeryüzü azginliklarini, Tanri’nin yarattigi bu esitsizlikte aramak dogru olmaz mi?”

Öte yandan din adaminin bellettigi seriat verilerine göre Tanri, hiçbir isi insanin kendi emeginin ürünü olarak tanimlamaz. Herseyi kendi yapmis gibi görünüp azametiyle övünür ve kisi’yi aciz, zavalli, güçsüz kerteye indirip kendisine sükürler ettirir. Bunun böyle oldugu din adaminin belletigi su hükümden anlasilmakta: “Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz? Dilersek Biz onu çerçöp yapariz, sasar kalirsiniz… Söyleyin; içtiginiz suyu buluttan indirenler sizler misiniz, yoksa onu Biz mi indiririz. Dileseydik onu acilastirirdik, hala sükretmez misiniz” (K. 56 Vakia 63-70)

Pek muhtemelen denecektir ki, eger din adamlari istemis olsalardi, tipki Bati ülkelerinde Luther ve Calvin vs… gibi kimselerin yaptiklari gibi, toplum yararina is görebilirler ve örnegin, çalismayi din haline getirebilirler, toplumu miskinlik yerine dinamizme sürükleyici girisimlere yönelebilirlerdi. Ancak ne var ki seriat egitimiyle yetisen din adami’nin bu dogrultuda is görebilecegini düsünmek güçtür. Gerçek sudur ki din adamlari hiçbir zaman kisi’nin ve toplumun ekonomik bakimdan gelismesini ve bilinçlenmesini istememislerdir, tipki diger bakimlardan oldugu gibi. Aksine kisi’yi ve toplumu yoksul ve aç yasamlara zorlamak suretiyle sömürücü siniflara (özellikle Iktidarlara) “koruyuculuk” isini görmüslerdir.

C) Din adami insanlarimizi seriat verileriyle egitirken “kader oyuncagi” haline getirir:

Her ne kadar seriat sistemi, daha önce de degindigimiz gibi, kisi sorumluluguna yer verir gibi görünen ve “iyilik” ve “kötülük” gibi seylerin insanin kendisinden gelme oldugunu belirten ve örnegin “Kim yararli is islerse kendi lehinedir; kim de kötülük islerse kendi aleyhine” (K. 41 Fussilet 46) ya da “Islediklerinizden sorumlu tutulacaksiniz” (K. 16 Nahl 93) seklindeki hükümleri kapsar görünür bulunmakla beraber, esas itibariyle kaderciligi öngören ve kisi’yi kendi iradesi disindaki güçlerin oyuncagi haline getiren bir düzendir. Din adami’nin bellettigi seriat verilerine göre Tanri, “yeryüzünde yürüyen her yaratigin” ve dolayisiyle kisi’nin kaderini, hem de daha dogustan önce ana karninda iken çizer; kaderini çizdigi kisi’yi “sag’dan” ya da “sol’dan” verilmis defterle yeryüzüne çikarir. Çikardiktan sonra onun davranislarina diledigi gibi yön verir; “ol” dedigi zaman her seyi olmus hale sokar (K. Nahl 40; A’raf 57 vs) diledigini dogru yola eristirip diledigini saptirir (K. Yunus 25; Kehf 17; Ahzab 17; A’raf 186; Nur 88; Ra’d 11 vs); dilediginin kalbini açip müslüman, dilediginin kalbini dar kilip kafir yapar (K. En’am 125).

Bunlari belletirken din adami neden dolayi bazi hükümlerin kisi sorumluluguna ve bazilarinin da kadercilige yönelik oldugunu bilmez ve bu çeliskinin nereden dogdugunu düsünemez. Çünkü Kur’an’in çeliskili hükümler kapsayabilecegini aklindan geçiremez.

Oysa ki bütün bunlar Muhammed’in günlük siyasetinin gereksinimi olarak ortaya çikan durumlardan dogmustur. Su bakimdan ki, kisi’leri “Cennet mükafat’lari” ya da “Cehennem korkutmalari” yolu ile müslüman yapabilecegini düsündügü hallerde: “Her kes kendi davranisindan sorumludur; dogru yolu seçip Islam’a giren Cennetlik, girmeyen Cehennemlik olur” seklinde konusmustur. Kisi’yi kendi kaderini çizer nitelikte gören bu hükümler arasinda: “Rabb’in gözetleme mevkiindedir. Bütün ef’al ve harekatinizi murakebe der” K. 89 Fecr 14) gibi ya da “Iyilik ederseniz kendinize iyilik etmis olursunuz, kötülük ederseniz o da kendinizedir…” (K. 17 Isra 7), ya da: “Kim yararli is islerse kendi lehinedir; kim de kötülük islerse kendi aleyhine” (K. 41 Fussilet 46), seklinde ayet’ler vardir. Bunlar yaninda: “Kur’an senin lehine yahut aleyhine hüccettir (kanit’tir); herkes sabahleyin isine, gücüne çikar da kendisini satar ya da kaybeder”, ya da: “Bir kul günah’a düsmekten korkarak günah olmayan seylerden sakinmadikça müttekiler (dayananlar) derecesine çikamaz”, seklinde hadis’ler de vardir 591.

Bir zamanlar Mu’tezile sinifi mensuplari bu hükümlere sarilarak kisi’ye biraz olsun özgür irade saglama hevesine kapilmislardi. Fakat din adami onlari dinsizlikle suçlayip susturmustur, çünkü inandigi kaderciliktir ; elinin altinda kadercilige agirlik veren hükümler vardir. Bunlari Muhammed’in günlük siyasetinin geregi olmak üzere konmus seyler olarak gösterir. Örnegin Tevbe Suresi’nin 28ci ayeti’ni belletirken bu dogrultuda açiklama yapar. Bu ayet’de rizik edinmenin Tanri’nin dilegine kalmis bir sey oldugu anlatilmak üzere söyle denmistir: “Bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginlestirir” (K. 9 Tevbe 28). Bu hükmü Muhammed, Mekke’nin fethinden sonra “müsrikleri” ve “kafirleri” Mescid-i Haram’a (yani Ka’be’ye) sokmamak için koymustur. Düsündügü su olmustur ki eger “müsrikler” ve “kafirler” Ka’be’yi ziyaret vesilesiyle müslümanlarla bir arada olacak olurlarsa müslümanlari pek muhtemelen dinlerinden caydirtabileceklerdir. Ancak ne var ki “Müsriklerin” ve “kafirlerin” Mekke’yi ve Ka’be’yi ziyaret etmeleri Mekke’nin ticari hayati bakimindan çok önemliydi. Böyle bir yasagi koymakla Mekke ticaretini aksatacagini ve müslümanlarin zarara ugrayarak yakinmaya baslayacaklarini bildigi için rizik isini Tanri’nin keyfine ve dilegine baglamak istemis ve Kur’an’a su ayeti koymustur: “Ey inananlar! Dogrusu puta tapanlar pistirler, bu sebeble, bu yillarindan sonra Mescid-i Haram’a yaklasmasinlar. Eger fakirlikten korkarsaniz bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginlestirecektir…” (K. 9 Tevbe 28).

Bu örnekleri çogaltmak kolay, fakat dikkat edilecek olursa yukardaki hükümlerden bazilarinda kisi sorumluluguna yer verilirken pek çogunda kader ögesine agirlik saglanmistir.

Ve din adami kaderciligi en kati sekliyle insanlarimizin beyinlerine asilarken, ayni zamanda bu beyinleri çelismeli hükümlerle hirpalar.

Ç) Din adami insanlarimiza, “felaket” ve “müsibet”lerin Tanri’dan geldigi ve Tanri’nin sadece kendi sevdigi kul’larini yerden yere çarptigi inancini asilar. Böylece müsibet’ten ders alma olanagini yok kilar:

Türk’ün Islam’a girdikten sonraki tarihi (ve özellikle Osmanli dönemi) her ne kadar askeri bazi basarilarla ve toprak kazanmalarla süslenmis ise de ekonomik, sosyolojik ve kültürel yasamlar bakimindan birbirini izleyen fakat birbirinden büyük felaketlerle doludur. “Felaket” derken sadece savas yenilgilerinden, sadece haysiyet kirici geri çekilmelerden söz etmiyoruz. Din adina giristigimiz savaslardaki yenilgilerimiz, milli servet ve degerlerimiz ve haysiyetimiz bakimindan ne kadar yikici, ne kadar utanç verici oldu ise, halk olarak yoksulluklar, açliklar ve mutsuzluklar içerisinde yasamis olmakligimiz da o kadar felaketli olmustur.

Ancak ne var ki “kader” felsefesiyle yogurulmus insanlar toplulugu olan Osmanli Devleti, bu felaketlerden ders almak söyle dursun, aksine bunlari Tanri’nin bir “ihsani” ya da “denemesi” gibi görmüs, daha dogrusu din adami tarafindan o sekilde görmege alistirilmistir 592.

Bu aliskanlik ve bu inanis Islam ülkeleri bakimindan çagimiza dek ortak bir nitelik tasir. Nufusu yüz milyonu askin Arap ülkelerinin (Misir, Suriye, Ürdün vs), üç buçuk milyonluk Israil karsisinda bir biri ardina haysiyet kirici hezimetlere ugramasindan sonra Misir Baskani Nasir, bu yenilgileri Tanri’nin denemesine baglamis ve molla’lar yatagi olan el-Ezher Üniversitesi de ayni görüslerle ona katilmisti. Bu arada nice Arap yazarlar yenilginin Tanri “inayeti” oldugunu savunmuslardir.

Bu inanis, Islam’in daha ilk anlarindan itibaren yerlesmis bir seydir. Nice örneklerden biri olmak üzere belirtmek gerekirse, büyük bir yenilgi ile sona eren Uhud savasindan sonra müslümanlarin basina gelen felaket, Tanri’nin “müslümanlari denemesi” seklinde tanimlanmis (K. 3 Al-i Imran 152) 593 ve savasta ölenlerin “ölü” olmayip “Allah’in onlara kendi kereminden ihsan ettigi nimetlere kavusmalarindan dolayi sevinç içinde” bulunduklari anlatilmistir (K. Al-i Imran 169-170).

Felaketin Tanri inayeti oldugu inanislari 1400 yil boyunca din adami’nin gayretleri ve aldatmalariyle sürdürülegelmistir. Din adami’nin elinde, bu konu ile ilgili olarak zengin bir seriat kaynagi vardir ki, bunlar arasinda: “Yeryüzüne ve sizin basiniza gelen herhangi bir olay (bir felaket) yoktur ki Biz onu yaratmadan önce o Kitab’da bulunmasin…” (57 Hadid 22) seklindeki Kur’an ayet’lerinden tutunuz da “Allah bir kulunun iyiligini dilerse, dünya cezasini tacil eder. Eger bir kuluna fenalik dilerse suçundan dolayi onu dünyada cezalandirmaz… Mükafatin büyüklügü belanin büyüklügü nispetindedir. (Allah) bir kavmini severse onlari belaya ugratir. Bir kimse mukadderata razi olursa Allah ondan razi olur” 594 seklindeki hadis hükümlerine varincaya kadar pek çesitli olanlari vardir. Söylemeye gerek yoktur ki bu inançla yogurulmus toplumlar felaketten ders almazlar, almadiklari için de felaketten kurtulamazlar.

D) Din adami insanlarimizi, seriat’in “sabir”, “tevekkül” vs… gibi uyutucu malzemesiyle her türlü haksizliga boyun egme gelenegine yöneltir.

Din adami’nin uyguladigi seriat verileri kisi’yi “sabirli yasamlara” çagiran emirlerle doludur. “Sabr” denen sey dinsel bir görev oldugu kadar kisi bakimindan “meziyet” sayilmak gereken ve üstelik “mükafat’lara” erisme vesilesi yaratan bir nitelik anlamindadir. Kur’an: “Sabretmelerine karsilik da mükafatlari Cennettir ve ipeklilerdir” (K: al-Dahr 12) seklindeki ayet’lerle doludur. Bundan dolayidir ki dünya yasami boyunca her müsibeti sabirla karsilamak, iktidarlarin her türlü istibdadina ve haksizliklarina sabirla boyun kirmak, yoksulluga, açliga, susuzluga, kitliga ve rizik azligina hep sabirla katlanmak müslüman kisi’nin Tanri emri olmak üzere benimsedigi seylerden olmustur. Daha ilk baslarda Muhammed, kendi taraftarlarini bu ruh ve anlayisla yogurmustur. Din adami’nin bellettiklerinden anlasilmaktadir ki bunu çogu zaman günlük siyasetinin geregi olmak üzere yapmistir. Örnegin Uhud savasinda yenilgiye ugramasi ve dolayisiyle o zamana kadar herseyi Tanri yardimi ile basardigi iddialarinin boslukta kalmasi üzerine, yenilgi’nin Tanri’dan geldigini, çünkü Tanri’nin müslümanlari “felaket” ile sinamak istedigini, bu nedenle “sabirli” olmak gerektigini söylemis ve Kur’an’a bu dogrultuda ayet’ler yerlestirmistir: “…Allah sizi denemek için onlardan geri çevirdi. Allah, muhakkak ki, sizin suçlarinizi bagisladi…” (K. 3 Al-i Imran 152); “Allah sabredenlerdendir… Andolsun ki sizi birazcik korkuyla, açlikla, mal, can ve meyve noksaniyle sinayacagiz. Müjdele sabredenleri…” (K.Bakara 153 ve d.) .

Yine din adami’nin söylemesine göre Muhammed, insanlara ariz olan “mihnet” ve “musibet”leri farkli kisimlara ayirmis, kisilerin tutum ve davranislarina göre bir kismini “ukubet” (ceza, azab) seklinde, bir kismini da “sabr” yolu ile “mükafat’a” erisilir seyler olarak tanimlamistir. Örnegin Tanri’ya (ve dolayisiyle kendisine) itirazda bulunanlari “munafik” ilan edip bunlara ariz olan müsibetin “ukubet” olacagini bildirmistir. Buna karsilik “(Tanri’ya ve peygamber’e itaatkar olan) mü’minlere ariz olan “musibetlerin” Tanri’dan gelme olup sabir’la karsilanmasi gerektigini, çünkü Tanri’nin her türlü müsibeti sevgili (ve “hayir” diledigi) kul’larina musallat ettigini belirtmistir. Daha baska bir deyimle sunu anlatmak istemistir ki Tanri’nin “iyilik”, “hayir” diledigi kimse “bir takim musibetlerle iptilalanir”. Ebu Hüreyre’nin rivayeti söyledir: “…Resulu’llah’in…: -‘Su bir kimse ki (Tanri) onun hakkinda hayir dileye, onu bir takim musibetlere giriftar eder-‘ buyurdugu rivayet olunur” (Sahih-i…, Cilt XII, sh. 63) 595. Bundan dolayidir ki mü’min kisilerin “Allah’dan geldi” diyerek her türlü musibeti sabirla karsilamalari gerekir; sabir gösterdikleri taktirde onlarin “musibeti günahlarina keffaret olur”.

Eger hem sabreder ve hem de musibet verdi diye Tanri’ya “hamd-ü sükür” edecek olurlarsa Tanri indinde derecesi yükselmis olur (Sahih-i…, Cilt XII, sh. 63) 596.

Kuskusuz ki “sabr” denen sey, kisi karakterinde olumlu is görebilecek olan meziyetlerden biridir. Fakat kisi’yi haksizliklara, özgürlüksüzlüklere, insan haysiyetini zedeleyici durumlara (örnegin kölelige, esitsizlige vs), miskinlige, mübtezellige ya da benzeri yasamlara sürükleme sonucunu yaratan sekliyle is gördügü takdirde yikici olur. Islam ülkeleri tarihinin ortaya vurdugu gerçek o’dur ki müslüman halklar, “sabr” denen seyi böylesine meziyet bildikleri içindir ki insan haklari ya da özgürlük adina hiç bir zaman ayaklanmamislardir; sadece “din elden gidiyor” diyerek ayaklanmislardir. Bundan dolayidir ki haksizliklardan, ikltidarlarin tasalludundan, zavalliliklardan bir türlü kurtulamamislardir. Onlarin bu tür yasamlara zorlanmasinda din adamlarinin rolü büyük olmustur.