Iki Sorumlu:
“Din Adami” ve “Aydin”
I. “Din adamlari sinifi” konusunda.
A) Islam’da “Ruhbanlik” (Din adamlari sinifi) olup olmadigi konusunda.
B) Islam’in geri kalmis olmasi sorumlulugu’nun Din adamlari sinifi’na ait bulunduguna inananlar:
C) Insan beynini islemez hale getirmede din adam’larinin sorumlulugu.
II. Din adamlarina Karsi Savasim Görevi.
A) Geçmisten Bugünlere:
B) Din adami’nin olumlu sandigimiz davranislari konusunda
C) Olumlu davranis sahibi görünenlerin iç yüzü:
D) En Samimi Davranis Sahipleri Dahi Insan Sevgisinden, Idealizm’den ve Çagcil Deger Ölçülerinden Yoksun:
Toplum olarak fikir-düsünce gelismesi ve vicdan bilinçlenmesi gibi nimetlerden yoksun kalmisligimizin baslica iki sorumlusu vardir: D i n a d a m i ve A y d i n ! .
Ilk sorumluluk din adami’nin omuzlarindadir, çünkü gerçek aydin’in yetismesine o engel olmustur. Insan beyninin isler hale girmesinden en ziyade ürken bir sinif olarak din adamlari, aklin özgürlüge kavusmasina ve akilci düsüncenin olusmasina karsi çikabilmek için seytan’in bile bulamayacagi kurnazliklari ve kötülükleri düsünebilir olmuslardir.
Ancak ne var ki din adami’nin, toplumumuz bakimindan felaket yaratan tutum ve davranislari özel bir elestiri konusu yapilmamis, tüm sorumluluk “aydin” diye tanimlanan sinifla birlikte “memur” sinifinda aranmistir. Nitekim 1921 tarihli Anayasa’nin hazirligi sirasinda bir temsilci, Türk toplumunun geri kalmisligi nedenlerine deginirken söyle diyordu: “Efendiler, bugün dünyanin pek az yeri vardir ki, bizim üzerinde yasadigimiz zulumdide topraklar kadar harabiye düçar olsun. Çin’e gitseniz, Afrika’ya gitseniz, ancak (vahsi milletlerin) oturdugu topraklardan gayri hiç bir toprak bulamazsiniz ki bu memleket kadar küllük harabe baykus yuvasi olsun… Nüfusumuz azalmis, yolumuz kalmamis, orman yok, insanlar (sagliktan yoksun) bir hale gelmis. Bütün bunlari bir (sözcükte, bir kötü yönetim sözcügü ile özetleyebilirsiniz). Bundan kimi mes’ul edecegiz, efendiler? Bundan münevver (aydin ) sinif da mes’uldür, memurin sinifi da”.
Konusmaciya göre aydin sinif sorumlu idi çünkü ülkeyi diledigi yola sürükleyemiyordu ve üstelik memleketi de anlayamiyordu; ancak ne var ki aydin sinif miktarca az idi. Fakat asil sorumlu olan memur sinifi idi. Millete asil kötülügü yapan, halkin cehaletinden yararlanan, ve onu sömüren bu sinif idi. Konusmacinin bu sözleri dogrultusunda olmak üzere bir baska üye : “Biliyorsunuz ki bu memleketin ötedenberi bir hastaligi vardir, bu hastalik su idare hastaligidir” dedikten sonra Tanzimat ve Mesrutiyet dönemlerinin halk ile ilgisiz, halk ile temas etmez bir memurin sinifi yarattigini, bu sinifin halki hor gördügünü, köylünün üzerinde kendilerinin “bir hakki amiriyet sahibi” olduklarini belirterek söyle diyordu: “…Münevver sinif münevver azligiyle ve memleketi anlayamamasi ile ne kadar kabahatli ise, memurin sinifi da kendilerini bu memleketin sirtindan geçinmek suretiyle, amiri müekkil suretiyle hareket ederek çok hata etmislerdir… Köylüye gelince, daima isittigine (güvensizlik) hasil ederek, (güvensizligi) kendisince asil telakki ederek, dur bakalim sonu ne olacak, diyerek boynunu bükmüs, cesur ve mütevekkil beklemistir…” 8.
Bu sözlerde büyük bir gerçek yattigi muhakkak fakat ne var ki kullanilan deyimlerde yetersizlik var. Çünkü “münevver” (aydin) diye bilinen sinif aslinda “Ulema” sinifi olup toplumun seriat ilke’leri dogrultusunda yönetilmesini saglardi; fakat genellikle gerici bir ruhla saglardi. Bu sinifi olusturanlar “din adami” niteliginde “ilahiyatcilar” olup seriat’in belletilmesinde ve uygulanmasinda is görürlerdi. Geçimlerini devletten sagladiklari için siyasal iktidar tarafindan denetilmekle beraber seriat’in bekçisi rolünü üstlenmis olarak çogu kez hükumeti diledikleri yönde etkilerlerdi. Öte yandan “Din görevlileri” olarak “Imam” ya da “müezzin” vb… gibi unvanlarla is gören ikinci derecedeki din adamlari, genellikle düsük kertede kimselerden seçilirdi.
Aslinda din adamlarinin “üst” ya da “alt” derecede olanlari, hepsi de akilciliktan yoksun idiler. Fakat halk ile dogrudan dogruya iliski halinde bulunan, ve halki yetistirme durumunda bulunanlar, örnegin imamlar vb…, fikren ve ruhen daha da asagi kertede kimselerdi. Halkin geri birakilmisligindaki sorumlulugun büyük kismi onlarin omuzunda yatmistir.
Ancak ne var ki tüm seriat ülkelerinde din adamlarini elestiri konusu yapma gelenegi dogmadigi için halki fikren ve ruhen gelistirmek mümkün olmamistir.
I) “Din adamlari sinifi” konusunda.
Napolyon Bonapart hiç bir dine inanmayan ve fakat siyaset icabi inanirmis gibi görünen devlet adamlarindan biridir. Kendisini “Imparator” ilan ettikten sonra bu kurnazligini biraz daha ustalikla kullanir olmustur. Papaliga ve Kilise’ye düsman oldugu halde sirf iktidarina güç katabilmek ve Katolik kilisesi’ni kendisine baglayabilmek için 1801 yilinda Papa ile Concordat imzalamistir. Imzaladiktan sonra din büyüklerinden biriyle konusurken: “Biliyor musunuz ki ben dilersem Kiliseyi yok edebilirm” diye saka yapmak ister. Kendisini dinleyen bu din adami söyle karsilik verir: “Imparator! (sunu bilin ki) Bu isi din adamlari bile yapamadi” 9.
Bu yanitin anlatmak istedigi sey din adamlarinin kötülüklerinin sinirsizligidir; su bakimdan ki yukardaki yaniti veren kisi Napolyon’a: “Din adami’nin yapamadigi kötülügü hiç kimse yapamaz” demek istemistir. Bati dünyasi din adami’nin kötülüklerine karsi yüzyillarca (özellikle 17 ve 18.ci yüzyilar boyunca) savasim verebildigi içindir ki akil çagina çikabilmis, uygarliga erisebilmistir. Örnegin Akil Çagi’nin temellerini pekistiren 1789 Fransiz Ihtilali, din adamlarinin tüm olarak saf disi birakilmalarini saglayan bir eylem olarak önem tasir.
Islam dünyasi için ise böyle bir savasim söz konusu olmamistir; olmadigi içindir ki müslüman halklar bugün, yeryüzünün en geri ülkeleri olarak kalmislardir; bunlardan biri de biziz. Geri kalmisligimizin sorumlulugu, hem “aydin” dedigimiz (fakat gerçekte aydin olmayan) sinifin ve hem de din adamlari’nin sirtindadir.
A) Islam’da “Ruhbanlik” (Din adamlari sinifi) olup olmadigi konusunda.
Islam’da “Din adamlari sinifi” diye bir sinif olmamak gerektigini öne sürenler çoktur. Iddia’larini da genellikle “La ruhbaniyet-ül fil islam” (“Islam’da ruhbanlik yoktur”) seklindeki hadis hükümlerine dayatirlar. Onlara göre Islam’da sadece ilahiyat’la ugrasanlar vardir, fakat bunlar Hiristiyanliktaki din adamlariyle kiyaslanmamalidirlar. Ilahiyat’la ugrasanlar din hükümlerini ve kurallarini inceleyen ve ögreten kimselerdir; fakat bunlar “din adamlari sinifi” diye bir sinif olusturmazlar.
Yine onlara göre Islam dininin uygulanmasi için din adamina gerek yoktur. Dini törenlerde imam’larin ve hatiplerin bulunmasi kosul degildir; cemaatten her hangi biri, erkek olmak kaydiyle, imamlik yapabilir; her müslüman kendi ibadetini kendisi düzenleyebilir. Yeni dogan çocuga adinin konmasi, ya da daha sonra din egitimi verilmesi ailenin de yapabilecegi islerdendir 10.
Bu yukardaki iddialara sunu da eklerler ki Kur’an’da “din adamlari sinifi” diye bir seyden söz edilmis degildir, sadece “Imamlik” (imama) konusu hükme baglanmistir ve bununla “rehberlik” ya da “önderlik” sorunlari düzenlenmek istenmistir. Derler ki Isra Suresi’nde, genel olarak, “peygamberlerin” imamligindan (Bkz. 17 Isra 71), ve Ya-Sin suresi ‘nde “Tanri emirlerini sergileyenlerden” (Bkz. 36 Ya-Sin 17), Bakara Suresi’nde Ibrahim’in “rehber ve önder” olarak imamligindan (Bkz. 2 Bakara 124), ve Furkan Suresi’nde “örnek kisilerin” imamligindan (Bkz. 25 Furkan 74) bahis vardir (Bkz. 47 Ahkaf 12, ve ayrica bkz. 15 Hicr 80 ve d.).
Yine derler ki Ya-Sin Suresi ‘nde “Sizden bir ücret istemeyenlere uyun” (K. 36 Ya-Sin 21) diye yazilidir ki namaz adabina vakif olanlarin namaz kildirirken bu görevi ücretsiz olarak yerine getirmelerini amirdir.
Daha baska bir deyimle Kur’an’in yedi yerinde geçen imam sözcügü, onlara göre “örnek” ya da “önder” kisi anlamini içerir. Bundan dolayidir ki Sunn’i mezhebi bakimindan, namaz kurallarini (namazin adab ve erkanini) yeterince bilen her müslüman kisiyi “imam” diye çagirmak mümkün sayilmistir. Hatta cemaat’in, din hakkinda bilgiye sahib olmak kaydiyle her hangi bir kimseye, ücret karsiliginda bu isi gördürebilecegi, ve imam’in görevinin namazdaki “imamet” süresince geçerli olabilecegi kabul edilmistir.
Öte yandan Sunn’i’ler “imam” deyimini bir de ünlü islam bilginleri ya da mezheb kuruculari için kullanir olmuslardir. Si’i’lere gelince onlar bu deyime biraz daha genis anlam ve uygulama olasiligi tanimislardir.
Islam’da din adamlari sinifi diye bir sinifin olmadigini ileri sürenler, Hiristiyanlikta ve diger dinlerde “Takdis” ya da “Günah çikarmak” ya da “Cennet’e girmek için ruhsat almak” ya da buna benzer ayin ve islerin papazlar, patrikler, piskopazlar vb… tarafindan yapildigini fakat Islam’da bu tür eylem ve islerin karsiligi bulunmadigini belirterek görüslerini pekistirmek isterler.
Oysa ki din adami demek sadece bu islerle ugrasmak demek degildir. Bunun yaninda kisileri ve halki din inanisi içerisinde tutan, din verileriyle ugrasan ve bunlari okutan, “Tanri’ya ve Peygambere itaat” saglayici din yükümlerinin benimsenmesine çalisan kimselerin meydana getirdigi bir sinif vardir ki “din adamlari sinifi” diye bilinir ve islam’da böyle bir sinif daima var olagelmistr. Muhammed bizzat kendisi “müezzinlik” görevini din görevi olmak üzere yerlestirmistir. Müezzin’in görevi halki ibadete çagirmak, gelmeyenleri dayakla zorlamaktir.
Kendisini Tanri’nin halifesi (Halifat resul Allah) olarak kabul ettiren Muhammed, “halifelik” unvaninin kendisinden sonrakiler tarafindan kullanilmasi hususunda Kur’an’a bir sey koymus degildir. Her ne kadar “Halife” sözcügü Kur’an’da yer almakla beraber bu sözcügün, Muhammed’in halefi olacak olan kimselere özgü sayilmasi gerektigine dair bir kayit yoktur. Bundan dolayidir ki ilk halifeler “amir al mü’minin” diye çagirilmislardir. Bununla beraber Muhammed’in ölümünden sonra Islam toplumunun imam’i (yani en yüksek baskani) olarak is görenler “Halife” niteligini almislardir. “Halife” sözcügünün unvan olarak Osman hakkinda ve daha sonra Abbasi’ler ile onlardan sonraki hükümdarlar zamaninda kullamildigi söylenir. Islam demek hem dünyevi ve hem de uhrevi islerin tümü demek oldugundan halifeler en yüksek dini lider olarak kalmislardir, dednir.
Müftülük ya da Seyhülislamlik gibi görevlere gelince, bunlar 10cu yüzyilda ortaya çikan “seref” unvanlarindan olmus ve “Ulema’ya” özgü kalmistir. Denilebilir ki bütün bu unvanlar din ve dünya islerinin ayniyetinden dogma seylerdir ki mesruiyetini Kur’an’dan almistir.
Su bakimdan ki Kur’an, kendilerine “bilgi” verilmemis olanlarin Kur’an’i ve din hükümlerini anlayacak yeterlikte olmadiklarina deginirken, onlara bu hükümleri anlatabilecek kimselerin Tanri tarafindan yaratildiklarini anlatir. Bilindigi gibi Kur’an’in bir çok yerinde Tanri’nin “renkleri cesit çesit meyvalar” çikardigi, daglardan geçen degisik renklerde “ve simsiyah yollar” yaptigi, insanlar ve hayvanlar arasindan yine böyle türlü renkte olanlar yarattigi ve insanlar arasinda bazilarina “furkan” verdigi yazilidir (Bk.z K. 21 Enviya 48). “Furkan” verilen bu kimseler arasinda Ibrahim, Musa ve Harun vb… gibi kimseler oldugu açiklanmistir (K. 21 Enbiya 48, 51). Bakara Suresi’nde Tanri’nin, Ibrahim’e hitaben: “Seni, insanlara imam (önder) yapacagim” dedigi, Ibrahim’in de “Soyumdan gelenleri de yap” diye dilekte bulundugu yazilidir (K. 2 Bakara 124). Muhammed kendisinin de tipki Ibrahim ve digerleri gibi bu yetenekle gönderildigi söylemekten geri kalmamistir.
“Furkan” sözcügü “iyi” ve “dogru” olani, “kötü” ve “yanlis” olandan ayirma yetenegi demek olduguna göre din sorunlari konusunda yetkili bir sinif yaratilmis demektir. Bunlar öyle kisilerdir ki, kendilerine “bilgi” verilmemis olanlari “Islami” gerçeklerle aydinlatmak için görevlendirilmislerdir. Bilgice yetersiz kilinmis olan kimselerin Tanri’dan, kendilerine aydinlatici kisiler vermesini dilenmeleri gerekir. Nitekim Kur’an’in bir çok yerinde: “…öyle kisilerdir ki onlar- Rabbimiz …gözlerimizi aydinlatacak kisiler ihsan et bize- derler” (Furkan Suresi’ne bakiniz) seklinde hükümler yer almistir.
Bundan baska bir de ayet’lerden bir kisminin “apaçik” ve bir kisminin ise “çesitli anlamlara geldigi” ya da “anlasilmasi mümkün görülmeyen ayet’ler” oldugu ve bunlarin ancak Tanri ve “Ilimde yüksek paye’ye erisenler” tarafindan yorumlanabilecegi bildirilmistir. Imran Suresi’nde söyle yazili: “(Kur’an’in) bir kismi apaçik ayetlerdir ve bunlar kitabin temelidir. Diger kismiyse çesitli manalara benzerlik gösterir ayetlerdir. Yüreklerinde egrilik olanlar fitne çikarmak ve onlari tevil etmek için manalari açik olmayan ayetlere uyarlar. Halbuki onlarin tevilini ancak Allah bilir. Bilgide süpheleri olmayacak kadar kuvvvetli olanlarsa derler ki- Biz inandik ona, hepsi de Rabbimizdendir. Bunu akli tam olanlardan baskasi düsünemez” ( K. 3 al-i Imran 7). Din adami’nin söylemesinden anlasilan o’dur ki Tanri bir kisim ayet’leri, sadece kendisi ve ilimde kuvvetli olanlar anlasin diye “çesitli anlamlara” gelecek sekilde hazirlamistir. Akli tam olmayanlar bunlari anlayamazlar.
Öte yandan Ibn Kudama gibi fikihçilar, Enbiya Suresi’nin “Bilmiyorsaniz Kitaplilara (ehlu’z- zikr) sorun” (K. 21 Enbiya 7) seklindeki ayeti’ne dayanarak, din sorunlarinin Ulema’ya ve din adamlarina sorulmasi görüsünü savunmuslardir. Bundan dolayidir ki islam ülkelerinde “Din adamlari” deyimi (en genis sekliyle anlasildigi sekliytle), bu isleri gören imtiyazli bir sinifin simgesi olagelmistir.
Islam’in, din ve dünya islerini birbirinden ayirmayip her ikisini tek kaynaktan çikma emirlerle düzenledigi ve öte yandan Muhammed’in biraktigi hükümlerin, “bilen” kisilerce açikliga kavusturulmasi gerektigi hesaba katilacak olursa, halkin inanç ve imanini güçlendirmege memur bir sinifin varliginin dogal sayilmasi zorunluktur. Bu sinifin yardimi olmadan müslüman kisilerin Islami verileri ögrenip bilmeleri, ve buna göre yasamlarini düzenlemeleri mümkün degildir. Su bakimdan ki Muhammed’in Kur’an olarak ya da Kur’an olmayarak getirdigi hükümleri (yani Hadis-Sünnet verilerini), degil halktan kisilerin fakat “Ulema” diye bilinen sinifin dahi anlamasi ve açikliga kavusturmasi çogu zaman mümkün olamamistir. Her ne kadar Kur’an’da, ayet’lerin her kes tarafindan anlasilabilmesi için “açik” ve “seçik” olmak üzere gönderildigi bildirilmekle beraber çogu ayet’lerin hiçte böyle olmayip anlasilamayacak nitelikte bulundugu bir gerçektir. Ayet’ler arasindaki çelismeler bir yana fakat her hangi bir ayet’in anlami ya da içerdigi deyimlerin ne oldugu konusunda bile 1400 yil boyunca çözümlenememis hususlar vardir. Konuya ilerde ayrica deginecek olmakla beraber sayisiz örneklerden biri olmak üzere belirtelim ki Kehf Suresi’nde uzun uzun anlatilan “magara uyurlari” ile ilgili kissa’nin içerigi ve özellikle bu kissa’da yer alan “rakim” sözcügünün (K. 17 Kehf 9) ne oldugu konusunda bugüne kadar kesin bir sonuca varilamamistir.
Sunu da eklemek yanlis olmayacaktir ki Islam’da din sorunlariyle ugrasan sinif, müslüman kisilerin günlük yasaminin her yönünü oldugu kadar toplum ve Devlet yasamini da seriat’a göre sekillendirmek hususunda yetkili sayilmistir. Devlet’in iç ve dis siyaseti ve özellikle savas ilani konusu bile Seyh-ül Islam’in fetvasina dayatilmistir. Örnegin halkin kahve içebilmesi için Padisah’in izni Ebussu’ud Efendi’nin, matbaa’nin kurulmasi Abdullah Efendi’nin, Nizam-i Cedid denen askeri örgütün kurulusu ise Es’ad Efendi’nin fetvalarina dayatilmistir. Öte yandan 1516 yilinda Misir’a karsi Ali Cemali Efendi’nin ve 1570 yilinda da Venedik’e karsi Ebussu’ud Efendi’nin vermis olduklari fetvalar geregince savas açilmistir.
Sanilmasin ki Islam’daki din adamlari sinifi, eylem , islem ve hele kötülük bakimindan Hiristiyanliktaki (ya da Yahudi’likteki) din adamlari sinifindan pek farkli olmustur. Aradaki fark olsa olsa örgütlenmektedir. Sunu söylemek mümkündür ki nasil ki Hiristiyanlikta din adami (papaz, patrik, papa vb…) “yorum” yolu ile is görebilmis ise müslümanlikta da din adami (ister “halife” olsun, ister “imam” olsun, ister, “Sehy-ül Islam” ya da “ulema” vb… olsun) ayni sekilde is görmüs, ayni olumsuzluklara neden olmustur.
Unutmamak gerekir ki Islam’da Halife, bütün müslümanlar üzerinde hem dünyevi ve hem de ruhani iktidara sahip olan kimse olmustur; .Seyh-ül Islam ise halife’nin ruhani iktidarinin temsilcisi olarak is görmüstür. Bu nitelik içerisinde, basta Ulema olmak üzere bütün din adamlarinin basi (reisi) sayilmis ve bir sinif ruhu olusturmustur. Islam ülkelerini gerilikler içerisinde tutmus olan seylerin basinda iste bu ruh gelir. Osmanli devleti’nin tarihten silinmesinin sorumlulugunu, basta Seyh-ül Islam’lik kurulusu olmak üzere din adamlari sinifinin “mürteci” ruhlulugunda aramak yanlis olmaz.
Animsatalim ki Hirisitiyanlikta, dünyevi ve ruhani iktidarlarin birbirlerinden ayri sayilmasi nedeniyle, basta Papa olmak üzere din adamlari sinifi, esas itibariyle sadece ruhani iktidari kullanabildikleri halde Islam’da halifeler her iki iktidari ellerinde toplamis olarak is görmüsledir. Böyle olunca sonuç kisilerin ve toplumun çok daha aley hine olmustur. Çünkü Hiristiyan ülkelerde dünyevi iktidar ile ruhani iktidar, zaman zaman birbirleriyle rekabet halinde bulunmuslar ve bu rekabet’ten, sonuç olarak, kisi haklari ve bu haklarin güvencesi dogmustur. Oysa ki Islam ülkelerinde böyle bir rekabet söz konusu olmadigi için sonuç kisilerin ve toplumun aleyhine olusmustur.
Bu itibarla Islam’daki din adamlarinin rolünü, Hiristiyan’liktaki papaz’lardan, patriklerden, papa’lardan farkli göstermenin ve örnegin: “Islam’i yorumlamak için din adami’nin agzinin içine bakmak, bir hoca’nin iki dudagi arasindan çikacak sözü beklemek müslümanligin özünü hiçe saymakla esdegerdir” seklinde konusmanin gerçegi yansitan bir yönü yoktur.
Bütün sorun “akil” ile ibram olunmus insan varligini hangi kilikta ve nitelikte olursa olsun din adami’nin pençesinden kurtarmaktir. Bati dünyasi bu isi yapabildigi ve kendi insanini “akil çagi’na” çikarabildigi içindir ki uygarlasmistir. Islam dünyasi ise din adami’nin saltanatina son veremedigi ve halk yiginlarini laik’lik ilkesine sürükleyemedigi içindir ki karanliklarda kalmistir.
Atatürk sayesinde din adam’indan kurtulup biraz olsun uygarlasabilen Türkiyemiz, simdi yine din adamlarina teslim edilmek üzeredir. Daha simdiden bu efendiler, kizlarimizin bekaretlerinin arastirilmasina, hanim memurlarimizin yirtmaçlarinin kaldirilmasina, nes’elenmemizin dozunun ayarlanmasina, kocasina itaat etmeyen kadinlarimizin Cehennemi boylayacaklarina, ve daha nice benzeri hususlara varincaya kadar her türlü yasantilarimizi seriat’a oturtma yolundadirlar: tipki (Atatürk dönemi hariç) bin yil boyunca yaptiklari gibi
B) Islam’in geri kalmis olmasi sorumlulugu’nun Din adamlari sinifi’na ait bulunduguna inananlar:
Islam’da din adamlari diye bir sinif olmamak gerektigini ve Islam dini’nin din adamlari yüzünden olumsuz nitelige sokuldugunu ve islam halklarinin onlar yüzünden geri birakildigini söyleyenler vardir. Ancak ne var ki bunlar, asil olumsuzlugun seriat’in kendisinden dogma oldugunu düsünmezler. Gerçek o’dur ki din adaminin suçu bu olumsuzlugu gidermeyip, aksine pekistirerek sürdürmek olmustur. Bunu yaparlarken de insan beynini dumura ugratmak, islemez duruma sokmak, farkli inançtakilere karsi düsman yapmak ve daha dogrusu insan’in insana sevgisini yok kilmak için ne mümkünse yapmislardir.
Oysa ki Bati dünyasinin din adamlari ve düsünürleri arasinda, dinin özündeki olumsuzluklari gidermek, hatta “Tanri sözü” diye bilinen sözleri degistirip insan varligini fikren, ruhen ve maddeten (ekonomik bakimdan) gelistirmek, böylece Tanri’yi sevgi kaynagi haline getirmek için ölümü göze alanlar çikmistir . Ilerdeki bölümlerde bu tür örneklere deginecegiz 11.
C) Insan beynini islemez hale getirmede din adam’larinin sorumlulugu.
Tarih boyunca din adamlarinin, çogu zaman diger bazi siniflarla (özellikle “Iktidar’larla”) isbirligi halinde, halk yiginlarina zararli olduklari bilinen bir gerçektir. Bununla beraber Bati dünyasinda, geçmis yüz yilllar itibariyle her türlü tehlikeyi göze alarak bu kötülüklere karsi direnenler ve asil önemlisi insan beynini islemezlikten kurtarip yaratici kerteye yükseltmek isteyenler çiktigi halde, Islam dünyasinda, en ünlü ve en genis görüslü sanilan din adamlari dahi, tüm caba’larini “Ne yapalim da su insan aklini ve zekasini düsünemez, ve yaratici sekilde is göremez hale sokalim; ne yapalim da Tanrinin himmet edip bilgi verdigi kimseler disindaki insanlari, yani halk yiginlarini, gökten inme kurallara göre yasamaga alistiralim” sorununa yöneltmislerdir. Bunu yaparlarken de Tanri’nin keyfi olarak bazi kimselere “anlayis” ve “idrak” gücü verdigini, ilim denen seyin Tanri vergisi olup kendilerinin de bu “bilgi” ile nimetlendirildiklerini, ve halki cehaletten kurtarmanin mümkün olmadigini ve esasen kurtarmaya da gerek bulunmadigini söylemekten geri kalmamislardir. Bütün endiseleri halkin fikren uyanip kendilerine kafa tutmasi olmustur. Konuyu Aydin ve “Aydin” adli kitabimizda ele aldigimiz için burada fazla durmayacagiz.
Oysa ki Bati dünyasi, her ne kadar bin besyüzyillik bir karanlik çag yasamis olmakla beraber, eninde sonunda aklin üstünlügüne inanan ve dini bile akil süzgecinden geçirmeye çalisan zihniyeti olusturabilmis, insan varligini hayvanliktan kurtarici formülleri bulabilmistir. 17.üzyil düsünürlerinden A. de Montechretien, ki ünlü bir Fransiz ekonomisti idi, söyle derdi:: “Hiç bir hayvan insan denilen yaratik kadar budala dogmaz. Ancak ne var ki insan, az zaman içinde büyük isler görebilecek kerteye yükselebilir…” 12 . Bununla demek isterdi ki böylesine ebleh, beceriksiz ve budala sekilde dogan insanoglu, eger gökten inme verilerle(yani “kutsal” diye bilinen Kitap’larla) degil de özgür akil ve özgür düsünce yolu ile yetistirilecek olursa hayvanliktan çikar; aksi taktirde maymun’dan daha ileri bir noktaya ulasamaz.
Animsayalim ki bin bes yüz yili bulan karanlik çag boyunca Bati’da, akilciliga düsman ve din hükümleri disinda gerçek kabul etmeyen, iman üstünlügünü akil rehberligine tercih eden bir zihniyet egemen olmustur. Her türlü gerçegin “Kutsal” kitap’ta (Incil’de) bulundugunu ve baskaca bir yerde gerçek aramanin dogru olmadigini savunan bu zihniyet, Hiristiyanligin gelisinden az sonra, 3.cü yüzyilda din adami’nin, sirtini devlet’e dayamis olarak, akilci bilim adami’na üstünlük saglamasiyle ortaya çikmis ve bilindigi gibi 1500 yila yakin bir süre boyunca insanligi karanlik bir çag’da birakmistir.
Fakat yine de bu karanlik çag boyunca eski Yunan akilciligini (özellikle Aristo gibi akil temsilcilerinin görüslerini) canlandirmak ve böylece aklin üstünlügünü geçerli kilmak isteyenler çok olmus ve bunlar, bu eski Yunan kaynaklarina islam bilginleri sayesinde kavusmus olduklari halde, onlarin yapmadiklari bir seyi yapabilmislerdir ki o da aklin üstünlügü ve rehberligi formülünü islerlige koymaktir. Bunu yaparlarken Hiristiyanligi akilci felsefe teknesinde yogurabilmislerdir.
Bati’yi eski Yunan’a ve özellikle Aristo’ya kavusturan islam bilginleri ise, seriat’i akla oturtacak yerde akli seriat’in akil disiliklarina uydurmaga çalismislardir: din adamlarinin baskisi yüzünden.
Bilindigi gibi Bagdad’ta, Abbasi’ler döneminde ve özellikle al-Memun ve daha sonra Harun Resid zamaninda eski Yunan yapitlarinin Arapca’ya çevrilmesi sayesinde Islam uygarligi diye bir gelisme kendini gösterir. Fakat bu gelisme düsünce özgürlügünü saglayabilecek felsefe alaninda degil, diger bilim alanlarinda olup genellikle eski Yunan üstadlarinin görüslerinin tekrari tarzindadir. Eski Yunan’in akilci felsefesinin din alanina sokulamayisi, Islam’in savunucusu kesilen din adami’nin direnmesindendir.
Oya ki Batili aydin’in ve Batili din adaminin özellikleri arasinda akilciliga yönelmislik vardir. Insan aklini ve vicdanini, bilinçsiz ve akla ters düsen din anlayisindan kurtarici girisimlerde bulunmak vardir. Örnegin Raymon adindaki bir papaz tarafindan 17.yüzyilda Toledo’da kurulan bir bilim okulu, Yunan kaynaklarini Bati’ya kazandirmada is görürken akilci felsefenin Hiristiyanliga sizmasindan çekinmemis, aksine bunu tesvik etmistir 13.
Bati dünyasinin insani ile seriat dünyasinin insani arasinda ki büyük fark bu noktada dügümlenir. Batili insan akil ve zeka’yi dogma’ciliktan ve iskolasticilik’ten arinmis bir egitimle yetisir olmustur. Seriat insani ise, her davranisi, her yasantisi itibariyle gökten indigi söylenen emirlerle sekillendirilmistir. Aklini sadece bu emirleri bellemek için kullanma aliskanligina itilmistir. Daha baska bir de yimle bu emirleri elestirmek, yermek, tartismak, gibi bir gelenege yöneltilmemistir.
Bundan dolayidir ki islam ülkelerinde, Bati’dakinin tersine olarak, ilahi hukuk ya da dinsel ahlak yaninda, gerçek anlamda akil ürünü bir hukuk düzeni ve müspet ahlak anlayisi dogmamistir. Her ne kadar “Icma-i ümmed” ya da “Kiyas-i fukaha” denilen ve güya akilci usullerle yerlestigi sanilan kurallardan söz edilirse de bunlari gerçek anlamda özgür irade ürünü seyler olarak kabul etmek mümkün degildir ; çünkü Kur’an’da yer alan hükümleri, örnegin “hülle” ya da “kadina dayak” ya da “kölelik” vb…. gibi Kur’an’da yer alan kuruluslari bu usul’lerle ortadan kaldirmak ya da degistirmek mümkün degildir. Oysa ki seriat hukuna ve seriat ahlakina yatkin düsen bu kuruluslar ne akilci hukuk ve ne de akilci ahlak anlayisiyle bagdasir seylerdir.
Oysa ki Bati’da, Ilahi hukuk ve dinsel ahlak yaninda, kaynagini eski Yunan ve Roma yapitlarinda ve daha dogrusu akilcilikta bulan dünyevi hukuk ve müspet ahlak anlayisi var olmustur. Bu iki farkli kaynaktan çikma hukuk ve ahlak anlayisi, bu iki düzen, hem birbirlerini etkilemis ve hem de birbirleriyle rekabet halinde is görmüslerdir. Bu rekabet nedeniyle din adamlari kendi kendilerine bir çeki düzen verme zorunlugunda kalmislardir.
Öte yandan kisiler ve aydin çevreler, akil ürünü verileri kesfeder oldukca, “Ilahi” hukuk’un ve dinsel ahlak’in akla ve mantiga ve vicdana ters yönlerine ve uygulamalarina karsi direnis bilincine erismislerdir. Orta Çag’da din adamlarini en fazla ürküten sey bu olmustur. Ve iste bu yüzdendir ki eski Yunan ve Roma düsünürlerinin, dinsel hukuka oranla çok makul ve insancil bir görüslülük içerisinde islemis olduklari zengin bir hukuk ve ahlak bilincinin yerlesmesi ve yayginlasmasi sonucunda Klise ve din adamlari devamli bir gelisim içerisinde bulunmuslardir.
Oysa ki Islam ülkelerinde dinsel düzene rakib bir hukuk ve ahlak düzeni ortaya çikamadigi için kisi ve toplum yasamlarina sadece din, ve din adami egemen olmustur. Her ne kadar Osmanli Devleti yasamlarinda Türk’ün eski geleneklerinin canlanmasi olarak akil ürünü kanunlar uygulanmis sanilirsa da bunlar seriat çemberini koparacak nitelikte seyler olmamistir. Sadece hükümdarlarin çikarlari dogrultusunda ve yine de din kiliginda ortaya çikmis seyler olmustur: Yeniçeri kurulusunun olusumunda oldugu gibi.
Eger “Ulema’miz” ve din adamlarimiz Bati’li aydin ve din adamlari’nin yaptiklarina benzer bir yol tutabilselerdi, ya da hiç degilse Türk’ün akilci geleneklerini yasatabilselerdi bu millete muhtemelen bazi hizmetlerde bulunmus olurlardi. Ya da eger Kaderiye ve Mü’tezile mensuplarinin düsünceleri dogrultusunda olmak üzere “iman” ile “süphe” arasi bir durumu koruyabilseler ve böylece Kur’an’in “mahluk” (yaratilmis) oldugu fikrini isleyebilseler, ya da bu Kitab’in Arapça’dan gayri dil’lerde yaratilabilecegini benimseyebilseler ve nihayet Türk’ün islam öncesi akilciligini ve dikhakciligini ve kadini yücelten hasletlerini vb…, seriat verilerine karsi dikilebilselerdi, mensup bulunduklari topluma yararli olmus olurlardi. Ne yazik ki bunu yapabilecek bilgiye ve tiynete sahip çikamamislardir. Mu’tezile okulu düsünürleri arasinda Kur’an”in Tanri sözü seklinde inmedigini ve hatta “mucizevi” nitelikte bir sey olmadigini ve Arap’tan baska milletlerin dahi (örnegin Habes’lerin, Acem’lerin, Hazer’lerin, Türklerin vs) pek ala Kur’an’a benzer ve hatta Kur’an’dan çok daha üstün güzellikte bir yapit ortaya çikarabileceklerini savunanlar olmus ve fakat bizim aydinlarimizin ve din adamlarimizin bundan haberleri bile olmamistir. Onlarin bilgisizlikleri ve cesaretsizlikleri yüzünden Türk milleti yüzyillar boyunca seriat’in kurbani olup gitmis ve kendi kendini bitirmistir. Ayni bilgisizlik bugün dahi sürüp gitmekte ve Atatürk’ün seriat batakligindan kurtardigi bu millet yine ayni batakliga sürüklenmektedir.
II) Din adamlarina Karsi Savasim Görevi.
Matbaa’nin kesfi üzerine Papa’ya yazdigi mektubunda Ingiltere Kirali Henry VIII’nin ünlü Baspapazi Cardinal Wolsey (1471-1530) söyle diyordu: “Matbaanin kesfedilmesiyle kitab yayinlarinin çogaldigi ve egitim ve ögrenimin gelistigi dogrudur; fakat ayni zamanda (fikir ve görüs) ayriliklarinin olustugu da bir gerçektir. (Bunun sonucu olmak üzere) kisiler, Klise’nin yerlestirdigi iman ve akideler konusunda düsünmege ve sorular sormaga baslamislardir. Din kitaplarini okuyor, anliyor ve ve kendi anladiklari dilde ibadet ediyorlar. Bu (nedenle) kendi kendilerine, din adamlarina artik gerek bulunup bulunmadigi sorusunu sormalari söz konusudur. Eger her kes kendi bildigi dilde ve kendi anladigi sekilde Tanri’ya ibadet etmege kalkacak olursa… böyle bir durum bizim mensup bulundugumuz din adamlari sinifi’nin çok zararina olur. Din esaslarinin din adamlarindan gayri hiç kimse tarafindan bilinmemesi kosul olmalidir…”.
Evet bütün devirler boyunca ve bütün toplumlarda din adaminin en büyük korkusu, en büyük kuskusu, dinsel sir’larin halk tarafindan bilinmesi ve anlasilmasi ve tartisilmasi ihtimali olmustur. Bundan dolayidir ki hiç bir zaman halkin okumasini ve fikren aydinlanmasini ve daha dogrusu düsünme gücüne kavusmasini istememislerdir. Bu nedenledir ki kendilerinden baska hiç kimsenin din sorunlarina burnunu sokmasina, soru sormasina ya da din diye insanlara sokusturulan seyleri elestiri konusu yapilmasina olanak birakmamislardir. Bütün korkularinin matbaa’nin kesfi sonucunda baslarina gelebilecegini hissettikleri içindir ki, daha ilk anlardan itibaren fikir özgürlügünü önleyici her melaneti, her cinayeti mübah görmüslerdir. Orta Çag’da “Enkizisyon” dönemi diye bilinen dönem, iste bu seytanca düsüncenin sonucu olarak ortaya çikmistir.
Bu yukardaki zihniyetin Bati’daki temsilcilerinden olarak Wolsey ve benzerleri ne idiyse, islam ülkelerinde de Imam Gazzali ya da Ibn Teymiyye ve benzerleri o olmustur, hem de daha matbaa’nin kesfinden çok önce! Su farkla ki Bati’da halki cahil tutmak isteyen zihniyetin karsisinda bir takim güçler (örnegin akilci düsüncenin önderleri ve hatta bazi din adamlari) is görürken, islam dünyasinda, aksine hiç bir direnis kendisini göstermemistir. Göstermek söyle dursun ve fakat toplumu belli yönlerde sürükleyecek nitelikteki güçler (örnegin iktidar mensuplari, ya da Ulema) hep birlikte halki cehalet içerisinde tutmanin yollarini beraberce aramislardir.
Bati’da matbaa’nin kesfi, halki cahil tutmak isteyen din adamlari için felaket çanlarinin çalinmasi demek sayilir. Nitekim halki cehaletten kurtarmak isteyen bir avuç aydin, matbaa sayesinde korkunç bir güç kazanmistir. Din adaminin elinde fikren ve hatta bedenen köle haline getirilmis olan insanlari aydinlatmak, ve onlara din diye kabul ettirilen fakat aslinda akla ve ahlaka aykiri seylerin din sayilamayacagini anlatmak, bu güç sayesinde olasilik kazanmistir. Din adamlari içerisinde dahi, din adaminin kötülüklerine karsi savasanlar çikmistir. Bunlar din adamlarini, toplum ve insanlik ve uygarlik bakimindan en büyük bir tehlike, en büyük bir felaket kaynagi olarak tanimlamislar, ve kendileri için en kutsal, en asil görevin, onlara karsi savas açmak olduguna inanmislardir. Özellikle 18.yüzyildan sonra Batili aydin için en büyük mutluluk, halki din adaminin etkisinden ve baskisindan kurtarmak, fikir özgürlügüne ulastirmak, haysiyetli yasamlara kavusturmak olmustur. Bu savasimda yazarlar, düsünürler, siyasetciler, sairler ve bazi dinciler, hep birlikte, ve hemen ayni formüllerle, ayni lanetlemeler ve tehditlerle yan yana yer almislardir. Örnegin Shelley (1792-1822) gibi sairler: “Sanma ki müstebidler, ya da kanli iman savunucusu din adamlari ebediyetler boyunca egemen olacaklardir” diye haykirirken, Guizot gibi ünlü siyaset adamlari: “Klise (ve din adamlari) her zaman için despotizmin yaninda hizmet almislardir” diye halki ikaz etmisler, ya da Emil Zola gibi ünlü yazarlar: “Din adaminin basina yeryüzünde en son kalan Klise’nin en son tasi düstügü an, insanlik en yüksek gelisme noktasina erismis olacaktir” diye müjdeler vermislerdir.
Bu listeyi uzatmak mümkün. Bunu ayri bir konu olarak “Aydin ve ‘Aydin’ ! ” adli kitabimizda isledik; sunu sergilemek istedik ki Bati dünyasi bugünkü gelismesini, din adami’nin saltanatina ve olumsuzluklarina son vermekle, onu dünya islerinin disina itip imtiyazlarini ve yetkilerini yok etmekle saglamistir. Insanlik tarihinin en önemli asamalari ve her alandaki basarilari insan aklinin din adami’nin baskisindan kurtarilmis oldugu su son yüzyillar içerisinde kendisini göstermistir. Sosyal ve teknik asama ve ekonomik sahlanma bakimindan yer yüzünün en gelismis ülkeleri olarak ön siralari isgal edenler, diger bir çok nedenler yaninda, bir de din adamini devletin “beslemesi” ve “destekcisi” durumundan çikaranlar olmustur. Bu sonucun alinmasinda bas rolü oynayanlar akilci düsünce yönlüsü aydinlar olmustur.
Her seyin tersini yapmak bizim ötedenberi gelenegimiz oldugu için, Atatürk sayesinde mucize kabilinden kurtulmus oldugumuz köhne zihniyeti ve usulleri, onun ölümünden sonra canlandirmak için elimizden geleni yapmisizdir. Üstelik de, islam’in dahi öngörmedigi söylenen din adamlari sinifinin örgütlenmesine ve din adamlarina olmadik yetkiler verilmesine, onlarin devletin tüm kademelerinde yerlesmelerine önayak olmusuzdur. Geçmis yüzyillar boyunca din adamindan gelme müsibetleri ve felaketleri unutmus, onu yeniden bu milletin basina musallat etmisizdir ve hem de bu kez eline sikistirdigimiz diplomalarla , halki daha da insafsiz ve acimasiz sekilde sömürecek ve ezecek ve her seye boyun egdirecek kertelere eristirerek.
Sunu gözardi etmisizdir ki, geçmis bin yil boyunca bu millete en büyük kötülügü, en büyük düsmanligi yapanlar, genellikle din adamlari arasindan çikmistir. Onlar kadar korkunç ikinci büyük düsman ise “aydin” diye bildigimiz ve basimiza taç ettigimiz siniflardir. Bugüne kadar ülkemizde bu iki düsmani elestiri konusu yapan yapitlara pek rastlanmamistir. Oysa ki Bati’da, hemen her ülkede, din adami’nin kendi toplumuna yaptigi kötülükleri dile getiren nice kitaplar yazilmistir. Iste bu boslugu doldurmak ve halkimiza, bütün geriliklerin ve ilkelliklerin nedenlerinin sorumlusu olan bu iki sinifi tanitmak, ve sayilari az da olsa gerçek anlamda aydin niteligine sahip kimselere savasim hevesi ve cesareti vermek amaciyle bu konulara egilmek kosuldur.
Elinizdeki kitap bu amaç ve bu düsünce ile yazilmis olup din adami’nin olumsuzluklarini, suçluluklarini ve insanlarimizi uçurumlara sürükleyen duygusuzluklarini ortaya vurmak için yayinlanmistir. Bunu yaparken din adamlari içerisinde gerçek anlamda faziletli ve dürüst ve asil ruhlu ve insancil nitelikte olanlari yetismemistir ya da yoktur demek istemiyoruz; kuskusuz ki vardir. Turan Dursun gibi fikren ve ahlaken emsalsiz bir insan bunun en güzel bir kanitidir. Fakat sayilari pek az örneklere bakarak yersiz bir iyimserlige yönelmekte anlam bulunmadigi, ve bu nedenle “din adami” sorunlarini en titiz yöntemlerle ele almak ve en sert sekilde elestirmek gerektigi asikardir. Inancimiz o’dur ki bir gün gelecek, sayilari böylesine az olanlar çogalacak, yeni yeni Turan Dursun’lar yetisecek ve seriat ilkelliklerine son verme geregine inanmis olarak onlar, bu topluma olumlu bir seyler kazandirma bilinciyle is göreceklerdir.
III) Din Adami’na Karsi Savasabilmek Için Her Seyden Önce Seriat’in Iç yüzünü Bilmek ve Seriat Verilerini elestirmek Gerek:
Size birisi “Horozlarin öttügünü isittiginizde (dileklerinizi) Allah’in fazl-ü kereminden isteyiniz! Zira horozlar melek görmüslerdir (de öyle ötmüsler)dir” dese ve “Merkeb seytan görmedikçe anirmaz. Merkep anirinca siz Allahu Teala’yi anin…” diye eklese ne yaparsiniz? Muhtemelen söyliyenin suratina saskin saskin bakar ve terbiyeniz dairesinde kendisine bu saskinliginizi yansitirsiniz. Yine bu kisi size: “Esnemek seytandandir… biriniz esneyip (ha) diye agzini ayirinca onun gafletine seytan güler) ” dese, ya da “Ölü ile cinsi münasebette bulunan oruçlu kisi kaza orucu tutmalidir; ölüye cinsel tecavüz tam bir cinsel islem olmadigi için … bu fiilin yapicisina zina cezasi degil de ta’zir cezasi uygulanir” dese, ya da “Oruçlu oldugu halde uyuyan bir kadina esinin uyandirmadan (cinsi) münasebette bulunmasi (kazayi gerektirir)” dese, ya da “Her isinizi tek sayilara göre yapin, su içerken üç yudumda için, def-i hacet’ten (abdest ‘ten) sonra tek sayida (genellikle üç) tas ile altinizi temizleyin (Çünkü Tanri tek’tir)” dese ya da “Sinek idrak sahibi olup yemek/içecek içine düstügünde önce günah (hastalik) kanadini batirir, sevab (sifa) kanadini disarda birakir; bu nedenle disarda kalan kanadi iyicene batirirsaniz sevab (sifa) agir basar ve hastaliga ugramazsiniz ” dese ve bu minval üzere gitse ne yaparsiniz? Kuskusuz ki bu kisi’nin batil inançlara sapli ve yarim akilli birisi oldugunu düsünerek sabrinizi denetlemeye çalisir ve en azindan güler geçersiniz.
Bu ayni kisi size: “Baska din’den olanlar sapiktirlar… müsrikleri nerede görürseniz öldürün” dese, ya da “Babalarinizi ve kardeslerinizi – eger küfrü imana tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin” dese, ya da “Tanri kimi dogru yola koymak isterse onun kalbini Islamiyet’e açar, kimi de saptirmak isterse… kalbini dar ve sikintili kilar. Allah, inanmayanlari küfür batakliginda birakir!” dese ya da (Tanri’nin ve peygamberinin emrini yerine getirenlere) memeleri yeni sertlesmis yasit kizlar(la dolu Cennetler var)” dese, ya da bu minval üzere gitse ne yaparsiniz? Mutlaka tepki gösterir, hiç degilse “Olmaz böyle sey” dersiniz.
Ve nihayet karsinizdaki kisi size, bu yukardaki verilerin seriat hükümleri oldugunu ve hepsinin de Diyanet Isleri Baskanligi’nin yayinlarindan alindigini bildirse, bu kez biraz daha sasirmis olarak onu yalancilikla, hatta zindiklikla suçlamaya kalkarsiniz, çünkü akla, mantiga ve vicdana ters düsen bu gibi seyleri Tanri’nin “yüceligi” fikriyle bagdastiramazsiniz, meger ki aksini düsünecek kadar akilciliktan yoksun, kültürsüz ve bagnaz olasiniz.
Akli ve vicdani rahatsiz eden veriler veya eylemler karsisinda tepki göstermek, kuskusuz ki bir uygarlik sorunudur, velev ki bu veriler “Kutsal” diye bilinen din kitaplarinda yer alsin ve bu eylemler kendilerini “Peygamber” diye ilan etmis kimselerden sadir olsun. Milletlerin uygarlik derecesi, bu tepkiyi gösterebilen insanlarin sayisina göre belirlesir. Uygar dünya bu kerteye erismis aydinlar ve düsünürler sayesindedir ki karanlik çagi yirtip Akil Çagi’na çikabilmistir. Çikabilmek için de kutsal diye bilinen Kitap’lari (Incil, Tevrat vs) hallaç panugu atar gibi gibi elestirmis, peygamber diye bilinen kisilerin olumsuz davranislarini kiyasiya yermis ve bunlari yapabilmek için “din elden gidiyor” hezeyanlarini ezmis, din duygularinin incitme endiselerini bertaraf etmis, böylece halk yiginlarini din tartismasina tahammül edebilir kerteye yükseltebilmistir. Yükseltebildigi içindir ki kendisini dinin olumsuz yönlerinden ve din adaminin kötülüklerinden kurtarabilmistir.
Oysa ki bizim mensup bulundugumuz seriat dünyasinda bu dogrultuda bir gelisme görülmez. Denilebilir ki hiç bir yerde ve hiç bir dönemde halk yiginlari, “Din verileri elestirilirse din duygulari sarsilir, toplum çöker” bahanesiyle, Islam halklari kadar kandirilmamis, din uykusuna yatirilmamis, din adamlarinin sömürüsüne birakilmamistir. Bundan dolayidir ki bu halklar, bugün hala, akli islemez hale getiren bu tür verilerle yogurulurlar; yine bundan dolayidir ki yer yüzünün her bakimdan en geri kalmis, bahtsiz halkarindandirlar.
Bizim için de durum budur; nitekim biraz yukarda belirttigim hükümler Diyanet Isleri Baskanligi’nin resmi yayimlarindan ve Kur’an ve hadis kaynaklarindan aynen alinmis olup sayisiz denecek kadar çok örneklerden sadece bir demettir. Bunlar ve nice benzerleri halkimiza “seriat” diye belletilir ki varligindan çogu aydinlarimizin haberleri bile yoktur. Olmadigi içindir ki seriatçilar, meydani bos bulmuscasina, olmadik kandirmalarla, at oynatirlar, aydinlarimiz ise bu kandirmalara karsi söyleyecek sey bulamazlar. Örnegin seriatçi bize “Islam’da zorlama yoktur” der ve bizi, seriat’in hosgörü dini olduguna inandirmak ister. Oysa ki söyledigi yalandir, çünkü “zorlama yoktur” hükmünün dinsel hosgörü ile ilgisi yoktur. Bu hüküm özgürlükçü bir hosgörü ortami saglamak için degil fakat ibadet sirasinda kolaylik yaratmak için öngörülmüstür: müslüman kisi kendisini zorlamasin da dinin emrettiklerini kolaylikla görebilsin diye. Örnegin sicaklarin arttigi mevsimde namaz kilmak zor olacagi için, ögle namazini serinlige birakmak mümkün kilinmistir. Bunu saglayan hüküm söyledir: “Sicak siddetlendigi vakitte salat(-i Zuhru) serinlige birakiniz. Zira sicagin siddeti Cehennem’in kaynamasindandir…” . Yine bunun gibi abdest almayi kolaylastirmak maksadiyle Kur’an söyle der: “Ey iman edenler… su bulamazsaniz yeryüzünde temiz bir seyle (toprak, tas vs) teyemmüm edin. Onunla yüzlerinizi, ellerinizi sivayin. Allah size zorluk ve darlik vermek istemez. … ” (K. 5 Maide 6). Yine ayni sekilde, namaz sirasinda mü’min kisi’ye, tükürügünü agzinda tutmak, saklamak zorunda kalmasin diye, sol yanina ya da ceketinin içine tükürme olasiligi taninmistir. Buna benzer daha nice örnekler vardir ki hep “Din’de zorlama olmaz” hükmünün uygulamasi olarak ortadadir ve bu hükmün hosgörü ile ilgisi bulunmadigini kanitlamaga yeter.
Buna karsilik seriat hükümleri arasinda, hösgörü ögesine yer verilmedigini kanitlar niceleri vardir ki bunlar arasinda: “Islam’dan gayri din ve inançta bulunanlarin sapik ve Cehennemlik” olduklarina, akraba bile olsalar farkli inançtakilerle iliski kurmanin “kafirlik” sayilacagina, Islam’dan çikanlarin (mürted’lerin) ya da “müsriklerin” öldürülmeleri gerektigine, ya da “Ehl-i kitabin” (Yahudilerin ve Hiristiyanlarin) Islam’i kabul etmemelerinin cezasi olarak “Cizye” (kafa parasi) ödemeye mahkum kilindiklarina (cizye ödemedikleri ve Islam’i da kabul etmedikleri taktirde öldürülmeleri gerektigine) dair (ve benzeri) nice hükümler ve uygulamalar vardir. Diger dinlerde oldugu gibi Islam’da da hosgörü ögesi’nin bulunmadigini anlamak için bu hükümlere ve uygulamalata göz atmak yeterlidir.
Yine bunun gibi seriatçi bize Islam’in kadin haklarina saygili oldugunu söyler ve ornegin: “Islam’da 14 asir önce ilan edilen kadin haklari bugün hala ulasilamamis bir yüceliktedir” diyerek gözümüzün içine baka baka yalan söyler; biz aydinlar ise, kalkipta ona seriatin kadini asagilatan hükümlerini sergileyemeyiz, çünkü bilmeyiz. Örnegin kadin’i “aklen ve dinen dun nitelikte, sahadet ve miras bakimindan erkegin yari degerinde, karakterce kötü, dayak atilmaga layik, ya da Cehennemdekilerin çogunlugunu olusturan vs…” yaratik seklinde tanimlayan seriat verilerini gösteremeyiz; “Inne keydekunne azim” (“siz kadinlarin düzeni-fitnesi büyüktür) seklindeki ayet’i, ya da benzeri hükümleri seriatçi’nin yüzüne vurup “Yüce oldugunu söyledigin Tanri hiç böyle sey söyler mi?” diyemeyiz, çünkü seriat’in iç yüzünü bilmeyiz. Bilsek bile ve örnegin kadinin dövülmesini öngören hükümleri öne sürsek ve “Buna ne dersin?” desek bile seriatçi, “Kadin dövülecek fakat acitmadan, kanatmadan dövülecektir; kadina hakaret olsun diye degil onu yola getirmek, aile yuvasini kurtarmak için dövecektir” seklinde, seytana bile papuç attiran bir kurnazlikla ya da tam bir çag disilikla mantik yürütecektir.
Bu örnekleri insan yasaminin her yönü itibariyle çogaltmak mümkün. Fakat sunu hemen ekleyelim ki seriatçi’larin ve özellikle din adamlari’nin en ziyade endise eder olduklari sey seriat verilerinin elestirilmesi, akil kistasina vurularak sergilenmesi ve tartisma masasina getirilmesidir. Bunu yapmaga kalkanlari dinsizlikle, Islam’a hakaret etmekle suçlamayi meslek edinmislerdir. Bütün amaçlari seriat’in köhne hükümlerini, “aydin” engeli ile karsilasmadan, halka kör inançlar seklinde benimsetip saltanatlarini sürdürmektir. Aydin’larimizin, seriat konularindaki bilgisizliklerinden ve cesaretsizliklerinden dogma suskunluklari ve bir de Hükumet’in acz içerisinde bulunusu seriatçi’yi sinirsiz bir basari olasiligina kavusturmus ve iste son olarak Sivas vahsetini yaratmistir. Ne hazindir ki bu vahseti: “Halkin dini duygulari incitildi, halk tahrik edildi, tahrik edenler sorumlu tutulmalidir” seklindeki sloganlarla özürlü göstermege çalisan kara bir zihniyet egemen olmustur yöneticilerimize.
Insanlarimizi din konularinin elestirilmesine tahammül edebilecek olgunluga getirebilmek ve özgür düsünce kertesine yükseltebilmek için seriat’i tartismaktan ve seriatçi’nin yalanlariyla savasmaktan baska çözüm yoktur. Eger akilci deger ölçülerini geçerli kilmaz, seriat verilerini elestiri konusu yapmaz ve kendimizi “din elestirilirse dini duygular incinir” kandirmalarindan kurtarmazsak, insan beynini islemez hale getiren sisteme katlanmak, böylece ikinci sinif milletler kertesinde kalmak, pek muhtemelen sonunda yok olmak, kaçinilmaz bir kader olur bizim için.
IV) Seriat’in içyüzü’nün sergilenmesi halinde din adamlarinin sahte saltanati mutlaka sona erecektir:
Biraz önce degindigimiz gibi din adaminin en büyük endisesi, halkin fikren gelismesi ve düsünme gücüne erismesi ve bu sayede din verilerini akil terazisine vurup tartismaya girismesidir. Söylemeye gerek yoktur ki halk yiginlarinin bu kerteye yükselebilmeleri, ancak aydin siniflarin cabalariyle mümkündür. Bati’da, hiristiyanligin devlet dini olusu ile birlikte yerlesen ve 1500 yil boyunca süren “Karanlik Çag”, Batili aydin’in halk yiginlarini fikren gelistirip düsünme gücüne sahip kilabilmesi sayesinde son bulmustur. Islam dünyasi halklarinin bir türlü bu kerteye erisememeleri ise, aydin bilinen siniflarin cesaretsizliginden ya da seriat hakkinda bilgiye sahip bulunmamasindandir. “Aydin” sinifin “cesaretsizlik” ve “yetersizlik” içerisinde yogurulmasi ise din adaminin melanetinden dogmustur. Çünkü yüzyillar boyunca din adamlari, bir yandan “ölüm” fetvalariyle ve diger yandan sinirsiz yalanlar ya da saklamalarla, aydin siniflari tam bir atalet içerisinde tutmuslardir. Kuskusuz ki sorumlulugun asil kökeni aydinin kendi kendisiyle ihanet içerisinde bulunmasindan ve daha dogrusu akilcilik ve insan sevgisi gibi ögelere yabanci kalisindandir. Fakat bu dahi din adamindan gelme etkenlerle aliskanlik halini almistir.
Durum bugün de aynidir; bugün de din adamlari, aydin say digimiz siniflari, hem korku içerisinde tutmak ve hem de seriat konularindaki bilgisiz birakmak hususunda kararlidirlar. Özellikle bu ikinci taktigi uygulamakta son derece ustadirlar, çünkü halka din diye bellettikleri seylerin sergilenmesi halinde foyalarini meydana çikacagini anlamislardir. Istedikleri sey seriat hükümlerini, aydin kisilerin ve zinde güçlerin haberi olmadan halka ve köylüye ve hatta bazi akli basinda kisilere, kurnaz yalanlarla yutturmaktir. Gazete ya da televiz yon ve radyo ve sair yayim araçlariyle topluma hitab ederlerken seriat’in akla ve mantiga sigmaz verilerini ters yüz edip olumlu imis gibi tanitmaga çalisirlar.
Cami’lerdeki konusmalariyle, ya da bizlerin pek okumadigimiz nice yayinlariyle de halki ve köylüyü, seriat’in çag disi ve akla ters esaslarini belletmekten usanmazlar. Örnegin bizlere seriat’in “Din’de zorlama yoktur” hükmüne dayali oldugunu, “hosgörü” esasina yer verdigini ve baska hiç bir din’de olmadigi kadar genis bir inanç ve düsünce özgürlügünü öngördügünü, irk ve din farki gözetmedigini, insanlar arasi sevgi ve saygi duygularina dayali bulundugunu söylerler. Ancak ne var ki bizlerin farkinda olamayacagimiz sekilde cahil halk yiginlarina hosgörüsüzlügün ve özgürlüksüzlügün malzemesi olan seriat hükümlerini belletirler . Bunlar arasinda: “Islam’dan gayri gerçek din yoktur; islam’dan baska bir dine yönelenler sapiktirlar” ya da “Müsrikleri nerede görürseniz öldürün” ya da “Ey inananlar! Babalarinizi, kardeslerinizi -eger küfrü imana tercih ederlerse, – dost edinmeyin” , ya da “Kitab ehlinden (Yahudiler ve Hiristiyanlar’dan) …hak dini (islam’i) din edinmeyenlerle boyunlarini büküp keni elleriyle cizye verene kadar savasin” seklinde ve daha buna benzer nice hükümler vardir. Bu hükümleri pekistirmek üzere Muhammed’in, islami yaymak için giristigi savaslari (ki sayilari 27 ya da 29 ‘dur) çete saldirilarini (ki sayilari 45 oldugu söylenir) hikaye ederler. Ederken de “Din’de zorlama olmaz” seklindeki hükümlerin din ve vicdan özgürlügü ile ilgili olmayip ibadet’i kolaylastirma ile ilgili bulundugu gerçegini gizlerler.
Bizlere Seriat’in kadina deger verdigini, hak ve özgürlük getirdigini söylerler ve örnek olmak üzere “analarin ayaklari altindan Cennetler geçer” seklinde hükümler bulundugunu belirtirler. Oysa bizlerin pek farkinda olamayacagimiz sekilde cahil halk yiginlarina, kadinlarin aklen ve dinen dün yaratildiklarini Kur’an ve hadis hükumlerine dayali olarak kanitlamaga çalisirlar ve örnegin “Cehennemin çogunlugunu kadinlar olusturur” ya da “Namaz kilanin önünden esek, köpek, kadin geçerse namaz bozulur” seklinde ya da buna benzer daha nice asagilatici hükümleri ögretirler; bu arada çok karili evlilik gibi, ya da “Hülle” gibi, ya da “Talak” gibi, ya da “kadina dayak” gibi, insan sahsiyetinin haysiyetiyle bagdasmayan olumsuz verileri sergilerler.
Bizlere seriat dini’nin batil i’tikadlere ve hurafelere asla yer vermedigini, putperestligi yok ettigini bildirirler. Fakat bizlerin haberimiz olmadan halk yiginlarina Ka’bedeki “Kara tasi” öpmenin ya da seytanlari taslamanin, iki tepe arasinda yedi kez kosusmanin kerametinden tutunuz da Muhammed’in bizzat uyguladigi “tükürüklü ve tükürüksüz üfürükçülük” usullerine, “sag’in sol’a fazli’na”, tek sayilarin kutsalligina, def-i hacet’ten sonra temizlenirken tek sayida kerpiç ya da tas kullanmanin dinsel geregine benzer nice seyleri seriat verileri olarak ögretirler.
Bizlere seriat dinini’nin en son ve en “mükemmel” ve “Tek Tanri” fikrini en fazla yücelten bir din oldugunu söylerler. Fakat halk yiginlarini egitirlerken “Yüce” diye gösterdikleri bu Tanri’nin dilediginin defterini sag’dan ve diledigininkini sol’dan verdigini, diledigini “Müslüman” ve diledigini “kafir” olarak iki ayri kategoride yaratip yer yüzünü “Dar-ül Islam” ve “Dar-ül harb” diye birbirine karsi savastirdigini söylemekten tutunuz da, müslüman kullarina Cennet’lerde “Memeleri yeni sertlesmis kizlar, kara gözlü huriler” saglamayi üstlendigine dair cinsiyetle ilgili hükümlere varincaya kadar Tanri fikriyle uzlasmaz ne varsa her seyi “seriat” diye ortaya dökerler. Bununla da yetinmezler ve fakat güya müslüman kisilere Tanri saygisi asilamak üzere “Kaza-yi hacet bitince üç tasi necaset bulunan yere sürün, döndürün, ve kullanacaginiz tas sayisinin tek olmasina dikkat edin, çünkü Tanri tek’dir” seklindeki (ve buna benzer daha nice) hükümleri belletirler.
Bizlere Seriat dini “akilci” bir din’dir, akla ve vicdana aykiri seylere yer vermez derler ve fakat halk yiginlarina “Oruçlu oldugu halde uyuyan bir kadina, esinin uyandirmadan cinsi münasebette bulunmasi; ya da hayvan ile ya da ölü ile cinsi temasta bulunmak kaza orucu gerektirir; az tuz yemek, ya da inzal vuku bulmadan öpmek veya oksamaktan sonra orucum bozuldu zanniyle yemek yemek, içmek, orucu bozup hem kaza ve hem kefareti gerektirir” seklindeki emirleri Muhammed’in hadis’leri diye belletirler. Belletirken de insan beynini, bütün bu akil disiliklar bir yana, fakat bir de az tuz yemek suretiyle orucunu bozan kisinin, “ölü” ile cinsi münasebette bulunan kisiye nazaran daha agir bir günah islemis sayilacagi seklindeki gerçek din anlayisi ile bagdasmaz inanislarla yikarlar.
Bu listeyi uzatmak mümkün; ilerdeki sayfalarda bunlardan bir kismina ayrica deginecegiz. Fakat simdilik isaret etmek istedigimiz sudur ki din adamlarinin halk yiginlarina bellettikleri bu tür olumsuz veriler “aydin’larimizin” bilgisine pek erismez. Erisse de seriatçilar, her türlü yalana ve kandirmalara basvurarak “aydinlarin” endiselerini bertaraf kurnazliginda rakipsizdirler. Bunun böyle oldugunu kanitlayan örnekleri çesitli yayinlarimizda belirttigimiz gibi bu kitabimizin ilerdeki bölümlerinde de ayrica belirtecegiz. Fakat simdilik suracikta ilginç su örnekle yetinelim: Kur’an’da “Allah kimi dogru yola koymak isterse onun kalbini islamiyete açar (müslüman yapar), kimi de saptirmak (kafir yapmak) isterse… kalbini dar ve sikintili kilar.. Allah inanmayanlari küfür batakliginda birakir..” (6 En’am 125) seklindeki ayet’ler yaninda inanmayanlarin Cehenneme atilacaklarina dair pek çok ayet’ler yer almistir.
Söylemege gerek yoktur ki diledigi kisiyi müslüman yapan, ve diledigini de yapmayip kafir kilan bir Tanri’nin, müslüman yapmadiklarini Cehennem atesine atacagini bildirmesi akla ve mantiga aykiri ve çeliskili bir seydir. Bu tür çelismeli sözlerin Tanri’nin agzindan çikmasi düsünülemez. Fakat ne var ki din adamlari, bir yandan seriat’in akil ve mantik dini oldugunu, ve din seçmede kisilere özgürlük tanidigini ileri sürerlerken diger yandan da bu yukardaki hükümlerde “çeliski” olmadigini, çeliskinin ancak bizim düsünce tarzimizda bulundugunu iddia ederler. Oysa ki yukardaki hükmü Muhammed, bir türlü müslüman yapamadigi amucasi Ebu Talib ‘in ölümü vesilesiyle koymustur. O zamana kadar müslüman olmanin kisileri Cennet’e götürecegini söyleyerek taraftar kazanmak isterken, Ebu Talib gibi kendisine babalik etmis olan bir kimsenin “kafir” olarak ölmesi üzerine etrafta ” Bu nasil peygamberdir ki kendi amucasini bile müslüman yapamaz?” seklinde düsünmelerini önlemek maksadiyle müslüman olup olmamanin Tanri’ya ait bir is oldugunu anlatmak istemis, böylece sorumlulugu Tanri’ya yükleme yolunu seçmistir. Medine’ye geçtikten sonra Yahudileri müslüman yapmak isteyipte basarili olamayinca yine ayni taktige basvurmus ve “Tanri diledigini müslüman yapar; Yahudileri müslüman yapmak istemedi” seklinde konusup isin içinden çikmistir.
Buna benzer daha nice örnekler vardir ki din adamlarinin yalanlarini ve kurnazliklarini ortaya vurmaga yeter. Onlarin bu olumsuzluklarina son verebilmek için seriat’in özünü iyi bilmek sarttir. Aydinlarimizin bu memlekete yapabilecekleri en büyük hizmet, halka seriat diye belletilen ve fakat insan zekasini çürütücü verileri bu inceleme isiginda sergilemektir. Bunu yapmakla 1000 yil boyunca bu milleti gerilikler içerisinde tutan din adamlarinin saltanatina en büyük darbeyi vurmus ve halk yiginlarini akilci düsünce kertesine ulastirmis olacaklardir.
Bunu yapabilmek için Bati dünyasi’nin fikirsel gelisme tarihini incelemeleri ve Bati’li aydinlarin din adamlarina karsi yüzyillar boyunca nasil bir savasim verdiklerini ögrenmeleri yararli olacaktir. Insan varligini, insan düsüncesini, insan vicdanini ve nihayet insan kaderini din adaminin pençesinden kurtarmak hususunda Bati’nin giristigi ve hala da bitiremedigi savasim, onlar için ibret verici bir ders olacaktir. Her ne kadar konuyu Aydin ve ‘Aydin’ adli kitabimizda ele almis olmakla beraber, ilerdeki bolümlerde yeri geldikce bu hususlara deginecegiz. Fakat simdilik sunu animsamakla ise baslayalim ki Millet olarak din adamindan çok çekmisizdir. Bütün geriliklerimizin ilk sorumlusu olarak karsimizda onlar vardir.
Kiliç yolu ile Müslüman edildigi tarihten bu yana, yani asagi yukari bin yili askin bir süre boyunca, Türk’e karsi seriatçi’dan ve din adami’ndan daha zararli, daha sinsi, daha korkunç bir baska tehlike, bir baska bela, bir baska düsman çikmamistir. Bu düsmanlik o dorukta olmustur ki Hafiz Hamdi Çelebi gibi kisiler, hizmetkari bulunduklari padisahlara:
“Padisahim Türk’ü öldür, baban olsa da; O iyilik madeni yüce peygamber -‘Türk’ü öldürünüz, kani helaldir’- demistir”
seklindeki sözleri rahatlikla söyliyebilmislerdir.
Ne aci bir gerçektir ki din adamlari, genellikle bilgisiz, yetersiz ve gerici, daima istibdat’tan yana olmuslar ve memleketi bir müsibetten bir digerine sürüklemekten geri kalmamislardir. Cehalet ve yetersizliklerinin acisini’da halkin uyanmasina ve gelismesine çelme takmakla çikarmislardir. Cumhuriyet dönemine gelinceye dek Türk’ün haysiyet yikici bir yönetim altinda tutulmasinin ve insan hak ve özgürlüklerinden yoksun kilinmasinin baslica sorumlularindan olmuslardir. Osmanli hükümdarlarinin pek çogu, her türlü kötülüge fetva veren ve iktidarin her türlü haksizliklarina kanat geren din adamlari sayesindedir ki bu toplumu, tarihte esine az rastlanir bir keyfilik ve mutlaklik rejimiyle ve kendi hasis çikarlari dogrultusunda yönetebilmislerdir.
Türk’ün “milli’lik” bilincinden habersiz ve hosgörü’den nasipsiz kalmasi, güzel dilini ve geleneklerini unutmasi, kendine özgü dinamik ve yaratici nitelikteki akilciligini kenara atmasi, kadini yüceltmek gibi emsalsiz meziyetlerinden yoksun birakilmasi vb…, hep din adaminin cehaletinin ve “ümmetcilik” yalanlarina sarilmasinin sakincali bir sonucu olmustur. Osmanli Imparatorlugunun bütün dönemlerinde her türlü yenilige, her türlü ilerlemeye ayak diremekten ve hangi alanda olursa olsun gericilige bayraktarlik etmekten asla usanmamislardir. Bati’nin uygarlik tirmanmalarina ve sinirsiz fikir asamalarina yabanci birakilmamizin nedenleri de din adaminin karanlik zihniyetinde aranmalidir. Onun cehaleti ve melaneti o kerteyi bulmustur ki devletin bekasi için hayati nitelik tasiyan yenikliklere girisilmekte daima güçlük duyulmustur. Askerlik alaninda agir yenilgiler ve haysiyet yikici hezimetler sonucu ordu’yu ve donanmayi Bati’nin kesfettigi ve kullandigi silalarla donatmak gerektigi zamanlar dahi bütün bu girisimler, din adami’nin olumsuz davranislariyle baltalanmistir. Bütün bu hallerde bir çok yenilikleri bu din adamlarina “yenilik” adi verilmeyen usullerle kabul ettirmek mümkün olabilmistir. Bu direnmelere zaman zaman ara verir gibi görünmüslerse bunu, mensup olduklari toplumun çikarlari ve gelismesi amaciyle degil fakat sadece islam’in “kafirlere karsi cihad” parolasinin uygulanmasi düsüncesiyle yapmislardir. 16.Yüzyilin baslarinda, donanmayi güçlendirmek üzere Bati’nin yeni teknigini benimsemek ve örnegin ele geçen bir Venedik savas gemisini, tekne ve silah yapisi bakimindan taklid etmek isteyen uzmanlarin ve bu uzmanlari destekleyen Padisah’in karsisina ilk dikilenler din adamlaridir. Böyle bir ise girismenin “gavur” ‘dan yeni bir sey ögrenmek olacagi safsatalariyle Padisah’i “günah” islemekten alikoymuslardir! Bu direnmelerine ancak Ulema’dan bazilarinin, bin bir kurnazlikla din verilerine dayatir olduklari gerekçelerle engel olunabilmistir. Ulema “Kafirlere” karsi cihad’in basarili olabilmesi için “gavur’dan” savas teknigi alinmasinin günah sayilmayacagina dair fetva vermis ve verirken de bu seriat kuralinin sadece askeri hususlarda uygulanmayabilecegini açiklamistir 14.
Yine tekrarlayalim ki Osmanli Devleti’nin gerek karada ve gerek denizlerde zayif düsmesinin tek nedenini din adami’nin gericiliginde aramak gerekir. Bilindigi gibi Osmanli’nin denizlerde zayif düsmesi, uçurumlara sürüklenmesinin baslangici sayilir. Bati dünyasi, denizlerde güçlenmenin önemini çok önceleri anlamis ve bu sayede büyük devlet olma olanaginin var bulundugunu kesfetmistir. Osmanli filosunun Çesme’de yok edilmesi Bati’yi denizcilikte ilerlemenin gereksinimi bilincine sürüklemistir. Batili siyaset uzmanlari ve yazarlar, denizlerde güçlü olundugu taktirde Hiristiyan ülkelerin Türklere karsi daima basarilar elde edebilecegini söyliyerek kendi ülkelerinin yöneticilerini denizlerde güçlü olmaga çagirmislardir 15. Oysa ki bizim her seyde “uzman” din adamimiz, “gavur’u” taklid olur diye yeni teknikle gemi yapimina karsi bile direnmistir.
Yine bunun gibi, yenilgiden yenilgiye sürüklenen ordu’yu Bati teknigi ile yeni bir düzene sokmak isteyen Mahmud II, askeri alanda yenilik (“islahat”) yapiyormus kanisi’ni yaratmadan ve hatta “islahat” deyimini dahi kullanmadan ve sadece Kanuni Sultan Süleyman’in askerlik düzenini geri getiriyormus gibi görünerek is görmege çalismistir. Ancak bu yoldandir ki “yenilik” düsmani din adamini ürkütmeden bir seyler yapma olanagini bulmustur. Yaparken de Bati’dan yararlanma yoluna gitmeyecegini bildirmistir. Ordu’nun islahi cabalarina karsi din adami’nin direnmesini ancak bu yalanlarla kirabilecegini düsünmüstür.
Askeri konular disinda kalan hususlarda ise din adami’nin olumsuz tutumu, çok daha kati, çok daha zararli, çok daha insafsiz olmustur. Su bakimdan ki, kim ki olumlu, hosgorülü ya da biraz olsun insancil bir davranisa yönelmistir, o mutlaka din adami’nin kurbani olmustur. Nice örneklerden bir kaçiyle yetinelim:
Dürüstlügü ve dirayeti ile taninmis olan Kara Mustafa Pasa (1615-1648), bir tarihte Bursa Kadisi Hoca-zade Mes’ud Efendi’yi, Divan-i humayu’na haber vermeden kilise yiktirdi diye, görevinden uzaklastirir. Hoca efendi kilise’yi seriat verilerine dayali olarak yiktirmistir, çünkü seriat’a göre mevcut bir kiliseyi yenilemek, hatta tamir etmek yasaktir. Bu olay üzerine Bursa esrafindan bazilari, Kara Mustafa Pasa’nin kararini yermek maksadiyle, üç kilise’yi tahrip ederler. Haberi alan Kara Mustafa Pasa, derhal suçlulari yakalatip huzuruna getirtir ve onlara ihtarda bulunduktan sonra yikilan kiliselerin yeniden yapilmasini emreder. Böylece müslümanlarla, müslüman olmayan yurttaslar arasinda hak esitligi bulundugunu kanitlamis olur. Bu arada Devlet’in mali ve iktisadi zorluklarini gidermege çalisirken Erzurum beylerbeyi Nasuh Pasazade Hüseyin Pasa’nin isyanini bastirmak gibi basarilarda bulunmustur. Ancak ne var ki Pasa’nin bu ve buna benzer diger yararli davranislarindan dolayi bazi kimseler yakinmaga baslarlar, çünkü kisisel çikarlari zarara ugramistir. Bu kisilerin basinda Cinci Hoca ve Seyhülislam Yahya Efendi gibi ya da o tiynet’te melanet temsicileri vardir. Cinci Hoca denilen kisi Zafranbolu’lu Hüseyin Efendi olup Silahdar Yusuf Pasa döneminde zamanin en etkili fakat en kindar ve en mel’ün “ricalinden” olmustur. Padisahi Kara Mustafa Pasa aleyhine çevirebilmek için her seyi yapmistir. Seyhülislam Yahya Efendi’ye gelince, o da, melanet açisindan, Cinci Hoca’yi aratmayan din adamlarindan biridir. Kara Mustafa Pasa’nin Sultan Ibrahim’e verdigi hakli fakat sert bir cevabi vesilesiyle idam fermanini vermekten kaçinmamistir. Olay sudur: Bir Divan toplantisi sirasinda Sultan Ibrahim’in aklina, kethüda kadina odun verdirmek gibi basit bir fikir gelir ve adam göndererek Kara Mustafa Pasa’yi huzuruna çagirtir. Pasa o sirada devletin önemli bir sorunu ile mesguldur. Padisah’in huzuruna çikipta ondan kethüda kadina odun verilmesi konusunda emir alinca fena halde alinir ve böylesine basit bir is için huzura çagirilacak yerde devletin önemli sorunlari için çagirilmis olmayi tercih ettigini ima eder sekilde konusur. Seyhülislam Yahya Efendi hemen firsati yakalamis olarak Padisah’i kiskirtmak ister ve hangi sorun’un önemli olduguna ancak padisah’in karar verebilecegini belirtir. Kara Mustafa Pasa’nin idami hakkinda ferman çikarilmasina da öncü olur 16.
Bir baska örnek su: 19.cu yüzyilin sonlarina dogru, 1886 yilinda Mekke Serifi Refik, eskiden beri husumet besler bulundugu Hicaz valisi Osman Pasa’yi Padisah’a sikayet eder ve akabinde de Medine’ye göç eder. Husumetin sebebi, Osman Pasa ‘nin Türk çikarlari dogrultusunda is görmek istemesidir. Padisah Serif’e karsi pek bir sey yapamayacagini bildigi için Pasa’yi baska bir vilayete ta yin eder 17.
Yine ayni sekilde Resit Pasa’nin çesitli “islahat” girisimleri ve bu arada ticaret mahkemeleri kurulmasi yolundaki gayretleri, din adamlarinca seriat’a aykiri görülmüs ve kendisi de “gavurlukla” suçlandirilmistir.
Osmanli Imparatorlugu döneminde yenilige karsi direnenlerin basinda Yeniçerili’nin geldigi dogrudur. Fakat Yeniçerili’yi gerici ve yenilik düsmani yapan güç din adaminda gelmedir. Kötülügün masasi din adamidir, su bakimdan ki halk yiginlarini Cami’de, her yenilik vesilesiyle “Din elden gidiyor” yaygarasiyle yoguran, çogu zaman ayaklandiran o olmustur.
1807’lerde Yeniçerili’lerin kazan kaldirmalari sonucu olarak memleketin ne hale girdigi herkesçe bilinir. Yeniçeri kurulusunun devlet ve memleket bakimindan ne büyük bir felaket kaynagi oldugu daha o tarihlerde anlasilmistir. Ve iste böyle bir durumda dahi Yeniçerili’yi destekleyen, hatta kiskirtanlar ve Padisah tarafindan yapilmak istenen yenilikleri “dinsizlik” olarak tanimlayanlar din adamlari olmustur. Her ne kadar istisna kabilinden bir iki isim bulunmakla beraber 18, genel olarak kendi çikarlarinin, mensup bulunduklari devletin ve milletin bekasinda oldugunu dahi göremeyecek kadar gerici bu din adamlari Nizam-i Cedid adi altinda yeni bir askeri örgüt kurulmasini, ordu’ya yeni silahlar alinmasini, yeni teknik ve yeni “talim ve terbiye” usullerinin getirilmesini, ve bütün bunlari mümkün kilmak maksadiyle Hüccet-i Seriye imzasini, Islam dini’ne aykiri bulmuslardir. Bunlar arasinda ünlü Seyhülislam Mehmet Ataullah ve onun ünlü hocasi Mehmed Munib, ve Istanbul kadisi Murad Zade Mehmed Murad ve bir çok molla’lar vardi 19.
Istanbulda olusan 1801 ve daha donra 1807 tarihli gericilik olaylarinin asil sorumlulari medrese egitimi ile yetistirilenlerdir. Bunlarin yobazliklari ve softaliklari görülmemis bir seydi. Devleti, yabanci devletler indinde küçük düsürtücü davranislardan asla çekinmezlerdi. 1801 yilinda Hükumetin misafiri olarak Süleymaniye cami’ini esiyle birlikte ziyaret eden Rus sefiri’ne, sirf bir kadinla sokaga çikmistir diye, tas ve sopa ile saldiran bu yobazlar, reformlarin en büyük düsmanlari olarak is görmüslerdir 20.
1830 yili Ramazaninda halki bazi yeniliklere karsi kiskirtan, ve o siralarda kazan kaldirmis bulunan Yeniçerili’ye destek kilanlar hep din adamlaridir 21. Daha sonralari, Abdülhamid I’ in reform kiligindaki bazi girisimlerine karsi din adami’nin direnmelerini Mustafa Nuri Pasa’ nin “Netaic-ül Vukuat” adli kitabindan okuyunuz 22. Alemdar Mustafa Pasa’nin reformlarini yok etmek için din yobazinin yaptiklarini Ahmed Asim Efendi’nin “Tarih-i Asim” ‘indan 23 ya da Ahmed Cevdet Efendi’nin “Tarih-i Cevdet” ‘inden 24 izleyiniz: içiniz parçalanir.
Bu vesile ile ekleyelim ki din adamlari, siyasi mekanizma içerisinde kendilerine daima yardimci olacak kisileri bulup hasimlarini ya da rakiplerini ezme firsatini yaratabilmislerdir: ta ki Atatürk dönemi baslayana kadar.
Din adaminin bagnazligi ve Türk’e düsmanligi o kerteyi bulmustur ki, bazi yeniliklerin memlekete girmesine, ya bu yeniliklerin sadece “Gayr-i müslim”‘lerin tekelinde kalmasi ya da bunlarin “yenilik” kiligina bürünmemis bulunmasi kosulu ile izin vermistir. Çogu zaman bu izni Ingiliz Mustafa diye çagirilan Iskoç asilli Campell, ya da Humbaraci Ahmed diye çagirilan Macar asilli Baron de Tott ya da Kalvinist bir macar ailesinin oglu olan Ibrahim Müteferrika gibi, yabanci asilli uzmanlarin ilimli girisimleri üzerine vermistir. Örnegin Avrupa tarzinda topcu birliklerinin kurulmasi, ya da “Hendesehane” ‘nin açilmasi ve matematik egitim merkezlerinin kabul edilmesi, ya da 1730 tarihlerinde “Türk-Müslüman” matbaasinin kurulmasi ve buna benzer seyler hep yabanci asilli ve aydin görüslü kimseler sayesinde gerçeklestirilebilmistir.
Kimbilir kendi ülkelerinde ugradiklari bazi haksizliklara tepki olmak üzere islam’a giren, ya da “devsirme” yolu ile müslüman edilen ve uzmanliklari nedeniyle Osmanli devletinde belli mevkilere getirilen bu kisiler olmasa, memleket o sayisi pek az yeniliklere bile sahib olamazdi!
Sunu söylemek gerekir ki din adamlarimiz, memleketin Türk’ten gayri unsurlarinin yararina olabilecek bazi yeniliklere göz yummuslar, ve fakat yumarlarken Türk’ün bu yeniliklerden yararlanmasi ihtimalini bertaraf maksadiyle her tedbiri almislardir. Matbaanin kabulu bunun ilginç örneklerinden biridir.
Animsayalim ki matbaa memleketimize, sanildigi gibi 1730’larda degil fakat çok daha önce 15.yüzyilin sonlarina dogru, yani Istanbul’un Fatih Mehmed tarafindan fethinden kirk yil sonra, 1493 yilinda girmistir, ve din adaminin verdigi fetva ile girmistir. Fakat ne var ki din adami bu izni, devlet’in temel ögesi olan Türkler için ya da Türk’ün yararina olmak üzere vermis degildir. Bu izni, devletin müslüman olmayan azinligi için vermistir ve verirken de Türk halkinin bundan yararlanma olanagini kesin sekilde yok etmistir; bakiniz nasil:
Ispanya’dan göç ederek Osmanli ülkesine siginan Yahudiler, zamanin Padisahi Beyazid II ‘tan matbaa kurma izni diledikleri zaman bu dilekleri, din adamlarimizin öngördükleri su kosullar altinda kabul edilmistir: 1) Matbaa kurma hakki sadece Yahudilere münhasir kalacaktir ve onlardan baska hiç kimse bu ise kalkisamayacaktir; 2) Bu matbaa’larda türkçe ve arapça hiç bir sey basilmayacak, yayinlanmayacaktir.
Iste ancak bu kosullar altindadir ki matbaanin memleketimize sokulmasina izin verilmistir; izin tarihi 1493′ dir. Bunu diger “gayr-i müslim” azinligin (Ermeni, Rum, vs…) istekleri izlemistir. Ermeni’ler 1567 yilinda, yine ayni kosullar altinda, matbaa kurma izni edinmislerdir. Matbaanin Türk’ler tarafindan kurulmasi ve türkçe ve arapça yayimin baslamasi 1727 tarihine tesadüf eder ki Ibrahim Müteferrika ‘nin azimli çalismalari sayesinde gerçeklesmistir. Bu aydin ve özgür düsünceli kisi “Türk” ya da “müslüman” asil’li degildir: Avrupa’da dinsel özgürlügü ve fikirsel hösgörüyü ilk kez olusturan Erdel ülkesi halkindandir. Gençliginde, papaz olmak üzere ilahiyat tahsili yaptigi sirada, “Thököly” ayaklanmasi vesilesiyle 1692 yilinda türk askerlerinin eline geçmis ve köle olarak Istanbul’a getirilerek esir pazarinda birisine satilmis, daha sonra müslümanligi kabul edince durumu degismis ve Damat Ibrahim Pasa ve Fransa’da egitim gördügü söylenen Said Efendi gibi kimselerin ilgi ve takdirini kazanmistir. Bundan yararlanmak suretiyledir ki kendisine vatan edindigi yerler halkini gelistirmek hevesiyle matbaa isine girismek ister. Fakat matbaa’nin din adami yüzünden kurulamayacagini çok iyi bildiginden izin isteme dilekçesinde din konulari disinda yayim yapacagini belirtir. Bin bir güçlükle bu izni alir.
Demek oluyor ki din adami Türk unsuruna matbaa kurma izni’ni, matbaanin memlekete sokulmasindan 250 yil sonra vermistir; yani Türk’ün fikirsel gelismesini, daha ilk adimda 250 yil geciktirmistir. Fakat bu izni verirken dahi dini konularda hiç bir yazinin basilmamasini, sadece din alani disinda kalan seylerin basilmasini sart kimistir.
Kültür yasamlarimizin Bati dünyasi ile uçurum teskil edecek sekilde düsük kalmasinin baslica nedeni olan bu olay, din adaminin bu memlekete ve bu millete yaptigi kötülüklerin en korkunçlarindandir. Fakat bundan da daha korkunç bir düsmanligi olmustur ki o da Türk’ün varligina kastetmis olmaktir. Çok gerilere gitmege gerek yok, daha dün denebilecek bir tarihte, 1920’lerde, yabanci isgalleri altinda inleyen bu milleti kurtarmak ve milli egemenligine kavusturmak için ugrasan Atatürk gibi essiz bir insani “Katli caizdir” fetvalariyle yok etmege çalisan Dürrizade ‘ler, ya da benzerleri birer din adami degil miydi? Yine bu molla’lar sinifi degil miydi ki Atatürk’ün, millete egemenligini kazandirmak maksadiyle hilafet’in kaldirilmasi yönünde giristigi cabalara karsi saf kurmuslardir. Ve eger mümkün olsa bu molla’lar hilafet aleyhinde söz edenleri diri diri yakmaga hazirdilar. Ancak ne var ki ülkeyi ve milleti yabanci isgallerinden kurtaran Atatürk’ün güçlü tutumu karsisinda yapabilecekleri pek bir sey yoktu. Atatürk, onlarin anlayacagi bir dil ile söyle konusmustur: “Bahis konusu olan sey millete saltanatini, egemenligini birakacak miyiz, birakmayacak miyiz sorunu degildir. Sorun zaten ’emrivaki’ olmus bir gerçegi belirtmekten ibarettir Bu behemahal olacaktir. Burada toplanmis olanlar, Meclis ve herkes meseleyi olagan görürse, fikrimce, uygun olur. Aksi takdirde, gerçek yine usulü dairesinde ifade olunacaktir. Fakat ihtimal bazi kafalar kesilecektir”. 25
Bu din adamlari içerisinde bir tek insan çikipta halifeligin aslinda temelsiz ve hatta Islam’a aykiri (ya da hiç olmazsa kaldirilabilir) oldugu fikrini öne sürmemistir. Ne ilginçtir ki Türk din adamlari hilafetin kaldirilamaz oldugunu savunurlarken, Türk olmayan din adamlarindan bazilari, örnegin El-Ezher Üniversitesi hoca’larindan Ali Abdürrazik, ta Misir’lardan, Atatürk’ün bu cabalarini alkislamakta idi. 1925 yilinda yayinladigi Al-Islam ve Usul al-Hükm 26 adli kitabinda, TBMM tarafindan hilafetin kaldirilmasi kararinin hukuka ve Islam’a uygun oldugu görüsünü savunmustur. Sunu anlatmistir ki hilafet kurulusu hakkinda ne Kur’an’da ve ne de hadis’lerde hüküm vardir. Yazar söyle der: “Ne uhrevi ve ne de dünyevi yasantilarimiz bakimindan hilafet kurulusuna gerek yoktur. Hatta sunu söyliyebilirim ki hilafet kurulusu, Islam için daima bir müsibet olmus, müslümanlar bakimindan da daima kötülük ve yolsuzluk kaynagi isini görmüstür” 27.
Ona göre halifelik, iktidar sahibini daima keyfilige, adaletsizlige zorlamis, daima despotizm’e sürüklemistir. Söyle der: “Bu unvanin ne tür ihtiraslara sebeb olduguna ve ona malik olanlarin nasil bir kiskançlikla hareket ettiklerine tanik olduk. Ne zaman ki sinirsiz bir ihtiras, sinirsiz bir hased duygusu ile birlesir ve ne zaman ki bu iki hirs zorlayici güç ile desteklenir, bunun sonucu olarak ortaya zulm’den baska bir sey çikmaz ve kiliç’tan gayri bir kanun is görmez”
Islam tarihi boyunca halifelige sahib olmak için islenen cinayetleri siralayan yazar, hiç bir halife’nin, kendi yetkilerini gün isigina çikaracak fikirsel ve bilimsel arastirmalara izin vermedigini belirtir. Islam’da siyasal bilimlerin gelismemis olmasini buna dayatir ve söyle ekler: “Halife’ler, kendi iktidarlarinin temelini sarsabilecek oldugunu sandiklari, ya da bunu uzaktan da olsa bir tehlike teskil eder kabul ettikleri arastirmalarin (velev ki bu arastirmalar bilimsel nitelikte olsun) en büyük düsmani kesilmislerdir. Bu tutum ortaya halifelerin bilim özgürlügüne karsi olumsuz ve her firsatta bilim kuruluslarini yok etmege yönelik davranislarini çikarmistir. Su bilinen bir gerçektir ki Siyasal Bilim, iktidar’lar bakimindan en tehlikeli sayilan bilim dallarindan biridir, çünkü ortaya çesitli hükumet sistemlerini ve bu sistemlerin özelliklerini vurur. Bundan dolayidir ki hükümdarlar için bu ilimlere karsi savas açmak ve halkin bu ilimlerden yararlanmasini (dolayisiyle aydinlanmasini) önlemek bir zorunluk olmustur…Yine bundan dolayidir ki siyasal bilimler alaninda Islam ülkelerinde fikirsel ilerleme görülmemistir” 28
Düsününüz ki Misir’li din adami bu satirlari 1925 yillarinda yazmistir. Amaci Islam ülkelerinde din ve devlet islerinin birbirinden ayrilmasini saglayabilecek zemini hazirlamaktir. Her ne kadar bu görüsleri nedeniyle El-Ezher Üniversite’sinden atilmis olmakla beraber laik düsünce yapisindaki insanlarin yetismesini saglamak bakimindan görevini yapmistir
Bizim din adamlarimiz ise bu tür bir davranisa o zamanlar degil fakat bugün dahi sahib çikamamislardir: çünkü amaçlari laikligi yok kilmaktir.
1071 yilinin Agustos’unda Malazgirt meydan savasinda yenik düsen ve esir alinan Bizans Imparatoru Romanos Diogenes, Selçuk Padisahi Alparslan ‘in huzuruna getirilirken Ordu’nun bas imamlarindan bir hoca, esir Imparator’a yumruk sallar ve hakaret makaminda suratina tükrük atar. Bunu gören Alp Arslan, hoca efendiye, bu davranisinin çirkinligini anlatirken nedenini sorar. Aldigi cevap sudur: “Gavuru tahkir için yaptim Sultanim”. Bunu söylerken hoca efendi, kuskusuz ki kendisini bu ruh yapisinda yoguran seriat’in sözcülügünü yapmistir, çünkü bilindigi gibi seriat, islam’dan gayri bir dine yönelik olanlarin “sapik” olduklarini (örnegin bkz. Kur’an: 3 Imran 85), ve Yahudilerin ve Hiristiyanlarin “Allah’tan bir gazaba ugradiklarini” ve Tanri’nin onlara “alçaklik” damgasini vurdugunu (K. 3 Imran 112) ya da onlara karsi, islami kabul edene ya da “cizye” verene kadar kiliçla savasmak gerektigini (K. 9 Tevbe 29), ya da buna benzer daha nice verilerden olusmustur.
Ancak ne var ki Türk’ün tarihinde üstün bir mevki isgal etmis bu son derece mert ve yetenekli Türk Sultani Alp Arslan, hoca efendinin bu ilkel tutumuna karsi su ikazda bulunur: “Hangi din’den olursa olsun tutsaklara hakaret degil merhamet gerekir” .
Yine bilindigi gibi kisa bir süre sonra Alp Arslan esir imparatoru serbest birakacak ve hatta onu, kendi özel muhafizlarinin himayesi altinda ülkesine gönderecektir. Alp Arslan ‘in sözlerindeki inceligi ve bu sözlerin altinda yatan insancil degerleri ve insana saygi kavramini hoca efendinin anlamasina olanak yoktur ve daha nice yüzyillar boyunca da olamayacaktir.
Malazgirt meydan savasi’nin cereyan ettigi yil 1071’dir. Simdi atlayiniz yüzyillari ve unutunuz aradaki devirler boyunca din adami’nin Türk’e karsi yaptigi kötülüklerin sayisini ve çesitlerini ve geliniz yirminci yüzyilin ilk yarisi ortalarina. Daha dogrusu Türk’ü disa ve içe karsi kölelik’ten, haysiyetsizlik’ten, sefalet’ten, miskinlik’ten, müptezellik’ten kurtarmak için canini disine takmis “Mustafa Kemal” ‘lerin ölüm kalim mücadelesi verdigi kurtulus savaslarina! Okuyunuz Seyh-ül Islam Dürrizade es-Seyyid Abdullah adini tasiyan ve Devlet’in en yüksek mevkilerinden birini isgal eden din adaminin Türk’ün idamina alkis tutan o utanç verici fetvasini .Vatan ve millet haini olan Vahdettin tarafindan Hatt-i hümayün seklinde yayinlanan bu fetva’da, Mustafa Kemal ile birlikte düsmana karsi savasmaya koyulan kimselerin “kafir” ve “katli caiz” ve “Cehennemlik” olduklari belirtilmekle kalinmamis ve fakat bir de ayrica, Anadolu’yu isgal’den kurtarmak ve köyünü ve ailesini ve her seyini düsmandan geri almak için dövüsen ve dövüsürken canini veren Türklerin “sehid” sayilmayacaklari ve Cennet’e kavusamayacaklari ilan edilmistir.
Söylemeye gerek yoktur ki böyle bir fetva’yi verebilmek için canavar ruhlu olmak gerekir, çünkü kendi topragini, kendi karisini, kendi yavrusunu, kendi sevdiklerini ve nihayet kendi canini kurtarmak amaciyle ölümü göze almis insanlara “sehid sayilmayacaksin” demek, onlari inançlarinda, umudlarinda ve kader bagladiklari uhrevi alemin hazirliklarinda çok daha önceden ve hem de çok daha insafsizca ve gaddarca öldürmek demektir.
Ne hazindir ki Arap ülkelerinde seriat’i uygarlik düzeyine uydurma kipirdanmalari, pek belirsiz sekilde de olsa, kendisini hissettirirken ve oralarda Atatürk’ün topluma kazandirdigi uygar yasamlar ürkek denemelerle benimsenmek istenirken bizim din adamlarimizdan bir çogu, bugün dahi hala geçmisin ve gericiligin özlemi içerisinde ve hala seriat’in ilkelliklerinden kendilerini kurtaramayarak, bir yandan Abdülhamid ya da Vahdettin gibi özgürlük ve insanlik düsmani ve vatan haini Padisah’lara kulluk kölelik yapma hazirliginda ve diger yandan da vatan kurtaran Atatürk’leri dinsizlikle, “deccal’likla”, “vatan’a ihanet’le” suçlama cabasindadirlar. Içlerinde “Profesör” ya da “Doçent” unvanli olupta Atatürk düsmanlarina hayranlik duyanlar ve bu hayranligi açiklamakta gurur bulanlar vardir. Daha geçenlerde bunlardan biri , Atatürk devrimlerinin düsmani olan Izzetbegoviç gibi yabanci bir devlet adami’ni alkislayip yüceltmekte ve söyle demekteydi: “Izzetbegoviç’i imanda gönüldasim, istirapta yürektasim, bilim ve düsüncede meslektasim olarak selamliyorum. Zulüm ve kahirlara, cesaret ve onurla direndigi için onu, saygi ve hayranlikla selamliyorum” 29. Böylesine büyük bir hayranlikla selamladigi Izetbegoviç denen kisi ise, Bosnali müslümanlarin lideri olup “Islamci Deklarasyon” adli kitabin yazaridir 30. Bu kitabinda Türk’ün bin yillik dinsel yapisini özetlerken Osmanli dönemini yüceltip Atatürk dönemini ve devrimlerini “barbarlik”, “felaket” ve “ihanet” seklinde gösterir. Osmanli dönemini övmesine sasmamak gerekir çünkü bilindigi gibi 1389 yilinda Sirplara karsi Kosova zaferini kazandiktan ve Bosna’yi kusattiktan az bir süre sonra Osmanlilar, 1415 yilinda, “Bogomils” diye bilinen ve Sirplarla dinsel rekabet halinde bulunan Hiristiyan topluma (ki Sirplarin kardesleridirler), müslüman olmalari kaydiyle güvenlik ve koruma saglamislardir. Bu cazib teklif geregince Islam dini’ni kabul eden Bosnak’lar, imtiyazli ve üstün duruma kavusup dinsel rakipleri olan kardeslerine hükmeder olmuslardir. Osmanli Imparatorlugunu bu nedenlerle böylesine öven Izzetbegoviç, ayni zamanda Atatürk’ün ve Atatürk devrimlerinin katiksiz bir düsmanidir. Buna da sasmamak gerekir çünkü para ve silah yardimi gördügü Islam ülkelerine yaranmak ihtiyacindadir. Bu ihtiyaç içerisinde Islam ideolojisine bagli ve Pan-Islamist dogrultuda imis gibi görünür ve örnegin her müslüman toplumun, iç ve dis iliskilerinde Islam’a uygunluk geregine deginirken pan-islamizm’i bütün Islam ülkeleri (ve bu arada Bosna-Hersek) için dis politika ölçegi yapar. Ancak ne var ki lideri bulundugu Bosna-Hersekli Müslümanlarin, “müslümanligin” ne oldugundan habersiz bulunduklari göz önünde tutulacak olursa bu sözlerindeki samimiyetsizlik açik ve seçiktir. Esasen bu bilgisiz ve beceriksiz siyasetinin sonucu olaraktir ki Bosnali müslümanlari kayiplara ugratmistir.
Öte yandan, her ne kadar Atatürk’ün getirdigi laik’lik ilkesine düsmanlik gösterirse de kendi uyguladigi yönetimin laiklikten baska bir sey olmadigini bilmezlikten gelir. Yine bunun gibi her ne kadar Atatürk’ün, Türk toplumu için Arapça yazi yerine Latince alfabe’yi kabul etmesini “ihanet” olarak damgalarsa da kendisi, kendi toplumuna Arap alfabesini getirmeyi aklindan geçirmez, geçirmemistir de. Fakat dedigimiz gibi basta Iran olmak üzere bazi Islam ülkelerini (ve bizim seriatçilarimizi) hosnud edip yardim koparmak için Atatürk’ü kötülemek ve Atatürk devrimlerini yermek ihtiyacindadir; fakat bu isi pek bilgisizce yapar. Ona göre Osmanli Imparatorlu’gu dünya’ya hükmeden bir devlet oldugu halde Atatürk Türkiyesi, Atatürk’ün getirdigi reformlar yüzünden, üçüncü sinif bir ülke olmustur, çünkü bu reformlar Islami dogrultuda seyler degildir. Oysa ki Osmanli Imparatorlugu, besyüz yillik yasaminin son üç yüz yillik dönemini, sirf seriatçilik yüzünden, üçüncü sinif bir devlet olmaktan da asagi, “Avrupa’nin hasta adami” olarak geçirmistir. Atatürk Türkiye’si ise, seriati terketmek ve akilci reformlara yönelmek sayesinde müslüman ülkelerin en önüne geçmistir. Buna karsilik müslüman ülkeler, akilciliga sirt çevirmek nedeniyle, akilli milletlerin ayaklari altinda ezilmisler ve çogu kez onlara el açip dilenmislerdir. Izzetbegoviç bunu da herkesten iyi bildigi halde bilmezlikten gelir.
Öte yandan Izzetbegovic’e göre Atatürk reformlari ve bu reformlardan çikma kanunlar, güya Türk milletinin kendi kendine ihaneti niteliginde seylerdir: alfabe devrimi bir ihanettir; dil devrimi Türkiye’yi barbarligin kiyisina getirir nitelikte bir baska ihanettir, vs… Bu itibarla Türkiye için yapilacak sey Atatürk’ü unutmak, Atatürk devrimlerini yok kilmaktir.
Görülüyor ki Izzetbegoviç efendi, bizim kendi takunyali seriatçilarimiza tas çikartacak kadar koyu bir Atatürk ve “Atatürk Tükiyesi düsmani” olarak karsimizdadir. Ve ne hazindir ki bu kisi’yi bizim seriatçilarimiz alkislarla yücelik tahtina oturtmak yarisindadirlar. Biraz önce sözünü ettigimiz Universite “molla’si” bunlardan biridir. Ancak ne var ki Atatürk Türkiyesinin koyu bir düsmani olan Izzetbegoviç’i “saygi ve hayranlikla” selamlarken nasil bir gaflet içerisinde bulunuyor ise, “imanda gönüldasim” diye “Kur’an düsüncesinin yüksek boyutlu bir düsünce adami” olarak tanimladigi Izzetbegovic’in Kur’an’a ne kerte yabanci bulundugunu ve bu yabanciligini özellikle “Islam Between East and West” (Dogu ile Bati Arasinda Islamiyet) adli kitabinda ne kerte ortaya vurdugunu da bilmez görünmüstür.
Söylemeye gerek yoktur Bosnaklara karsi Sirp saldirilarini özürlü bulmak gibi bir düsünce kimsenin aklindan geçmez. Zulme ya da saldiriya ugrayan her topluma yardim bir insanlik görevidir. Bu itibarla Bosnaklara yardim sorunu, sadece müslüman olmalari nedeniyle degil fakat asil insan olmalari nedeniyle ele alinmak gereken bir sorundur. Liderleri Atatürk düsmani olsa da böyle yapmak gerekir, çünkü insan’dirlar. Fakat bunu yaparken unutmamak gerekir ki, bizi kurtulusa çikaran, yeryüzünde bagimsiz ve haysiyetli bir yasam sansina kavusturan, ve getirdigi devrimlerle yer yüzünün bütün müslüman ülkelerinin önünde kilan Atatürk’e ve dolayisiyle ulusal benligimize saldirida bulunan kisi’yi Bosnaklarin lideri’dir diye mutlaka yüceltmek gerekmez. Ama bunu seriatçi’nin anlamasina olanak yoktur, çünkü onun deger ölçüsü seriat’tir.
*
Evet bir zamanlar nasil ki matbaa’yi “gavur” icadi’dir diye bu memlekete sokmayip Türk’ün fikirsel gelismesini baltaladilarsa; nasil ki askerlikle ilgili alanlarda dahi “Bir müslüman bin kafire bedeldir” safsatalariyle her yeniligi önleyip, gelisen teknik ve bilgi ile mücehhez “düsman” karsisinda haysiyet kirici yenilgilere sebeb oldularsa; nasil ki arapca’yi “Tanri dili” (farsca’yi da yedegi) bilip bas taci yaptilar ve Türkçe’yi tenezzül edilmez bir dil haline indirdiler ve böylece güzel dilimizi kisirlastirdilarsa; nasil ki medrese zihniyetini ve hele beyni çürüten ezber sistemini egitimin temeli yapip Türk’ün islam’i kabulden önceki “akilci düsün” gelenegini yok kildilar ve kafasini Arap’in “Biz kendimizi aklimiza göre degil Tanri ve peygamber emirlerine göre yöneten bir ümmetiz” formülüne uydurmak suretiyle islemez hale soktularsa; ve nihayet tek tümce ile nasil ki bin yil boyunca Türk’e, Türk’ün en azgin düsmanlarindan da daha insafsiz, daha yikici, daha kirici kötülüklerde bulundularsa, bugün de pek çogu Atatürk devrimlerine karsi ayni yok edici ruhla is görmektedirler.
Bu ülkede seriat dinini, onu benimseyenler bakimindan dahi, bir iskence makinesi haline getiren ve kisilerin bu yeryüzü dünyasinda mutluluk ve refah ve gelismeleri amaciyle degil fakat tersine ilkel’likleri, müptezellik’leri ve sefillik’leri yönünde isler bilen, kuskusuz ki onlardir. Sabahin olmayacak saatlerinde canhiras hoparlör gürültüleriyle ezan okutarak, ya da Ramazan’da gece karanliginda davul çaldirarak insanlarimizi yataktan firlatip hasta ya da sinirli eden ya da hastalari canindan bezdirtenler; ya da yabanci dil ögrenmenin, sinemaya gitmenin, kizli erkekli bir arada eglenmenin, dans etmenin, radyo dinlemenin vb… günah oldugunu söyleyenler; “Hülle gerektir” diyerek aile ocagina incir dikenler; “Hayvanla, ve ölü insanla cinsi münasebette bulunmak orucu bozar kaza’yi gerektirir” diyenler; sinegin bir kanadinda günah digerinde sevab bulundugunu ve bu nedenle yemek içine düsen sinegin disarda kalan kanadini yemege batirmak gerektigini ögretenler; fare’nin deve sütü içmeyip koyun sütü içer oldugunu söyliyenler; “Kadin aklen ve dinen dun’dur” diye, ya da “dayak gerektir” diye kadini küçültenler ya da saymakla bitmeyecek kadar çok bu tür seyleri seriat ilmidir diye “bilimsel” bir titizlikle insanlarimiza belletenler, hep din adamlaridir: hem de yüksek tahsil diplomasina ve “Doçent” ve “Profesör” gibi çesitli unvanlara sahib olarak bu isleri görmekteler!
Caiz degildir diye ibadeti Türkçe yaptirtmayan, ezani Türkçe okutmayan, ve basta Medeni Kanun olmak üzere bu ülkeyi uygarlik kertesine yükselten Atatürk kanunlarini çöl kanunlariyle degistirmeye niyetli bu kisiler Türk toplumunun kaderini yine ellerine geçirmise benzerler. “Çöl kanunu” deyimine her nedense büyük bir alinganlik gösterip bunu “hakaret” olarak kabul ederlerken seriat kanunlarinin, özellikle Arap’in çöl yasamlarina ve kosullarina göre hazirlanmis oldugunu ve çöl insaninin kanunlarina “çöl kanunu” demek kadar olagan bir sey bulunmadigini, ve seriat dini bakimindan bu deyimi “hakaretamiz” saymakla asil hakareti kendilerinin yaptiklarini dahi düsünmezler. Ilerdeki sayfalarda din diye insanlarimiza belletilen bu kanunlarinin akilciliga ve çagdasliga ve uygarlik anlayisina ne kadar ters düstügünü örnekleriyle özetleyecegiz.
Ve yine görecegiz ki bir yandan din adamlari, okumusu ve okumamasi dahil, birbirleriyle yarisircasina cami’lerde ve her yerde Atatürk devrimlerine ve laik Cumhuriyet’e saldirmakla, küfürler savurmakla, milleti bölücü ve kana kiskirtici konusmalar ve protesto namazlari kildirmakla kanunsuzlugun temsilciligini yaparlarken, diger taraftan halktan kisiler, aldiklari din egitimin etkisiyle, kan dava’larindan tutunuzda kadin yüzünden adam bogazlamalara, ya da oruç tutmayani dayaklamaga, ya da Sivas olayinda oldugu gibi, özgür düsünce insanlarini yakmaga, tabancalamaga, varincaya kadar her türlü cinayeti, ve utanç verici her türlü bayagiliklari benimsemekten geri kalmazlar. Öte yandan bütün bu ilkelliklerin önlenmesi için “çagdas düsünceli” ve “bilgili” niteliklerle yetistigini sandigimiz ve ellerine yüksek tahsil diplomalari vererek “Doçent”, “Profesör” unvanlariyle donattigimiz ve Devlet’in önemli mevkilerine oturttugumuz din adamlari, karanlik çag dönemine yarasir nitelikteki hükümleri, büyük bir ustalikla geçerli kilma cabasindadirlar. 1961’den bu yana tanik oldugumuz olaylarin ortaya vurdugu gerçek sudur ki Din Okullari’ni bitirmis olan ve sayilari her yil korkunç sekilde artan kisiler arasinda uygar düsünceye, uygar yasamlara ve Atatürk devrimlerine düsman olanlar, hesap edilmeyecek kadar çoktur. Anayasamizin laiklik ilkesinden söz eden Devlet Baskani’na, Kur’an hükümlerine sarilarak “Seriatcilar Mezarina tükürecekler… artik (senin gibi) laiklerin namazini kilmayacaklar” diye saldiranlar, ya da “Sarap fabrikasinda çalismak günahtir” diye fetva vererek aile geçindiren insanlarimizin aç ve issiz kalmasina, ya da “Müslüman olmayan erkeklerle evlenmek dinsizliktir” diyerek mutlu yuvalari yikmaga, ya da “Kadinlarin Devlet baskanligi, kadilik ya da yargiçlik ya da kaymakamlik vs gibi yönetim islerinde görev almalarini seriat dini yasaklamistir” diyerek bu ülkeyi utanç duvari gerilerine atanlar, ya da Arap seyh’lerinin Türk’ün haysiyetiyle oynamasina bas egenler hep bu diplomali ve çogu kez “Profesör” unvanli din adamlaridir ki geçmisteki din yobazina tas çikartacak bir cüret ve küstahlik davranisina yönelmekte hiç sakinca görmezler. Eskiden oldugu gibi bugün de din adaminin amaci toplumumuzu seriat cenderesine sokmaktir: Türk’ün giyimi kusami, yemesi içmesi, gezmesi eglenmesi, sevmesi, düsünmesi, is görmesi, yani yasantisinin her bir yönünü o çagdisi ölçülere göre ayar lamaktir. Ilerdeki sayfalarda bunun böyle oldugunu T.C. Devleti’nin yayinlariyle ortaya vurup belgeleyecegiz. Bu belgeler ve örnekler sizleri saskinliktan saskinliga, üzüntüden üzüntüye sürükleyecektir. Kuskusuz ki bunlari sergilerken amacimiz, okuyucuyu kahredici duygulara götürmek degil fakat düsündürebilmektir. Çünkü düsünebilmek, ilkelliklerden ve geriliklerden siyrilip insanca ve haysiyetli sekilde yasam kosullarina kavusmanin ilk adimi’dir.
B) Din adami’nin olumlu sandigimiz davranislari konusunda
Yüzyillar boyunca din adami’nin olumsuzluklarina öylesine alismis ve uygarlik disi davranislarindan öylesine yilmis, ve birazcik olsun bunun disinda bir tutum içerisinde bulunmasina öylesine özlem duyar olmusuzdur ki, en basit vesilelerle olumlu sayilabilecek davranislarini abartmali alkislarla karsilamaktan kendimizi alamaz olmusuzdur. Din adami’nin sporla mesgul olmasi, örnegin futbol oynamasi, denize girmesi, yüzmesi, yabanci dil ögrenmesi vs… gibi seyler bizi çocuklar gibi sevindirir. “Aydin din adami yetisiyor” diye adeta bayram ederiz. Bir Il’imizde (Ordu Il’inde) kadinlara okuyup yazma ögretmek isteyen cami imamini, basta Vali olmak üzere çesitli kuruluslar nerede ise omuzlarda tasir olmus ve ödül’lere layik bulmuslardir. Fakat bunu yaparlarken bu ayni din adami’nin Cami’de, hosgörü ilkesini çignercesine: “Islam’dan gayri bir dine yönelenler sapiktirlar” seklindeki seriat verilerini ya da kadin haklarini yadsiyan ve örnegin “Ugursuzluk üç seyde vardir: kari’da, ev’de ve at’da…” seklindeki ya da “Cehennem’in çogunlugunu kadinlar teskil eder” diye ya da buna benzer yüzlerce din hükmünü belletmekle mesgul oldugunu düsünmemislerdir.
Geçmis dönemlerde bazi “insani” ve cesaret örnegi din hocalarinin görüldügü, bazi müspet davranisli müftülere rastlandigi söylenir ve örnekler verilir. Sultan Orhan devri’nin müftülerinden Kara Halil, ya da Sultan Osman II dönemi’nin müftüsü Es’ad Efendi, ya da Selim I devrinin müftülerinden Cemali ve ona halef olan Ebu Sü’ud Efendi, ya da Sultan Ahmed devri’nin müftülerinden Sina Allah Efendi , bu örneklerin basinda gelir.
Sultan Orhan devri’nin ünlü müftüsü Kara Halil ‘ in müspet davranisi olarak onun “Kapu Kulu Ocaklari” fermanini hazirlayip ilk muntazam ordu sisteminin yerlesmesini saglamasi örnek gösterilir. Seriatçinin tanimina göre “Dar-ül Harb”de (yani “gavur dünyasi”nda) yasayanlara karsi savas açilmasini öngören seriat hükümlerini gerçeklestirmek amaciyle bu fermani hazirlayan din adami’nin “müspet” davranisli kisi niteliginde tanimlanmasi, aslinda savas fikrini yerenler bakimindan pek alkislanacak bir sey olmamak gerekir. Süphesiz ki her toplum, kendi varligini saglamak, savunmak ve sürdürmek ya da fetihler yapmak amaciyle ordu kurulusuna sahib olmak ister. Fakat bunu yapacak kisilerin din adamlari degil, dünyevi iktidari uygulamakla görevli siyasetciler olmasi beklenir. Bati’da Orta Çag karanliklarinda bile insanlik sevgisine sapli olarak savas fikrine karsi direnen pek çok din adami çikmistir.
Sultan Ahmed I.’ in iktidari zamaninda seyh-ül Islam’lik makamini isgal eden Es’ad Efendi, bilgisiyle ve dürüslügü ile taninir. Ahmed I.’in ölümünden sonra Mustafa I.’nin tahta çikmasini, fakat daha sonra indirilerek yerine Osman II.’nin geçmesini saglamistir. Kizinin onunla evlenmesi üzerine Padisah’in kayin-pederi durumunu kazanmistir. Bununla beraber pek sevmedigi için damadina karsi büyük bir yakinlik göstermemis, çogu zaman onunla dargin kalmistir. Osman II.’nin genç ve tecrübesiz olusu nedeniyle onun yanlis kararlarini önledigi ve onu güç durumlardan kurtardigi söylenir. Örnegin Yeniçerilerin Osman II. ‘a karsi ayaklanmalari üzerine “ödün” (taviz) siyasetine basvurarak her iki tarafi idare etmesini bilmistir. Fakat buna ragmen Padisah’in husumetine ugramaktan kurtulamamistir. Söylendigine göre bunun nedeni, hem Es’ad Efendi’nin Osman II.’dan önce onun amcasi olan Mustafa I.’yi taht’a çikartmasi ve hem de asil Osman II’ in istemis oldugu bir fetva’yi vermekten kaçinmasidir. Osman II.’ nin istedigi bu fetva, kendi kardesinin öldürülmesiyle ilgili idi. Es’ad Efendi böyle bir fetvayi veremeyecegini bildirerek Padisah’in istegini geri çevirmistir.
Her ne kadar böyle bir davranisi “fazilet” niteliginde görmek mümkün ise de, damadinin kendisine kiyamayacagini düsünerek Es’ad Efendi’nin böyle bir tutum takinmasini “cesaret” abartmasi durumuna sokmamak gerekir. Kaldi ki Osman II’in ölümünden sonra “fazilet” anlayisiyle bagdasmaz davranislardan da kaçinmadigi anlasilmaktadir. Örnegin dargin bulundugu için damadi Osman II.’ nin cenazesinde hazir bulunmak istememistir. Öte yandan Murad IV. zamaninda ikinci kez seyhülislamliga getirildikte, Sadrazam Kemankes Ali pasa ile bozusmus ve bu bozusma nedeniyle onun idami için fetva hazirlamistir. Naima’nin Tarih adli yapitindan ögrenmekteyiz ki bu fetva Es’ad Efendi’nin küçük kardesi Salih Efendi tarafindan yok edilmis ve bu sayede Sadrazam ölümden kurtulmustur.
Selim I devri’nin müftüsü Cemali Efendi ‘nin olumlu davranislarda bulundugu, örnegin son derece acimasiz karakterli bu padisah’in bazi insafsiz icraatina karsi geldigi, Hiristiyan uyruklularin islama zorlanmasi ya da katledilmesi hususunda padisah’a ögüt verenlerin karsisina dikilip buna engel oldugu belirtilir. Kuskusuz ki bu ve buna benzer davranislar vesilesiyle Cemali Efendi ‘yi kutlamak gerekir. Ancak ne var ki Cemali Efendi ‘yi bu davranisa sürükleyen duy gu, bizatihi insan sevgisi degil ve fakat Ehl-i kitab diye bilinen Hiristiyan ve Yahudilerin “cizye” (kafa parasi) vermek sartiyle kendi ibadetlerinde serbest kalabileceklerine dair olan hükmü uygulama gay retkesligidir. Bu gayretkesligi, bizatihi bu niteligi itibariyle, fazilet say mak mümkün degildir, çünkü bu ayni Cemali Efendi, “cizye” vermemeleri ve islam’a da girmemeleri halinde Yahudilerin ve Hiristiyanlarin kiliçtan geçirilmelerini öngören seriat emirlerine (K. 9 Tevbe 29) ya da “Müsrikleri nerede görürseniz öldürün” (K. 9 Tevbe 5), seklindeki hükümlere ya da buna benzer seylere karsi direnmeyi aklindan geçirmemistir. Direnmek söyle dursun ve fakat islami üstün kilmak üzere seriat’in “cihad” farz’ini, yani “Dar-ül harb” ‘de yasayan “kafirlere” karsi saldirilari ve yagma ve talan yolu ile onlardan esirler ganimetler alinmasini daima tesvik etmistir. Öte yandan Cemali Efendi, “cizye” vermekte olan hiristiyan tebaa’nin islam’a girmege zorlanmamasi fikrini samimi ve bilinçli bir sekilde savunmus da degildir. Tarihçi Hammer ‘den ögrenmekteyiz ki Yavuz Sultan Selim’ in kendisine sordugu: “Sence hangisi daha uygun bir istir: yer yüzünü ele geçirmek mi, yoksa milletleri islam’a sokmak mi?” seklindeki sorusuna Cemali Efendi, sorunun ne anlamda oldugunu pek kesfedemeden, söyle cevap vermistir: “Elbette ki en faziletli ve Tanri’yi en ziyade hosnud edecek olan davranis kafirleri islam’a sokabilmektir”. Bu cevap üzerinedir ki Padisah derhal Vezir’ine emir vererek bütün klise’lerin cami haline getirilmesini, hiristiyanlarin ibadet ve ayin’den yasaklanmalarini ve islami kabul etmeyecek olanlarin öldürülmelerini istemistir. Animsamak gerekir ki “Memalik-i mahsusa-i sahanesi” dahilindeki Rum’larin islami kabul etmemeleri halinde öldürülmelerini “Ya seref-i islam ile müserref olalar, ya cümlesinin siyaset eylerim” diye emreden Selim I, bu fanatik siyasetini din adaminin destegiyle basarmak istemistir. Bilindigi gibi bu emir üzerine Vezir Piri Mehmed Pasa, padisah’i kararindan vazgeçirmek amaciyle Cemali Efendi ‘ye basvurmus ve ona ikazda bulunmustur. Bu ikaz üzerinedir ki Cemali Efendi harekete geçmistir. Piri Pasa ‘nin israrlari sonucu bulunan çözüm yolu su olmustur: Rum pat rigine, Padisah’in huzuruna çikip ona Fatih Sultan Mehmed’in fermanlarini hatirlatmasi istenecektir 31. Bu oldukca kurnaz bir bulustur. Fakat bu bulusun kurnaz niteligi, Cemali Efendi ‘yi fazilet sandalyesine oturtmaga yeterli degildir. Çünkü Cemali Efendi, padisah’in karsisina çikarak ondan kararini degistirmesini istemis degildir; bu cesareti gösterememis, bu isi Rum patrigine terketmistir. Öte yandan eger Piri Pasa kendisini ikaz etmemis olsa, Rum patrigini padisah’a gönderme fikrine bile yabanci kalirdi. Plan geregince Rum patrigi maiyeti ile birlikte padisahin huzuruna çikmis, ve ona Fatih Sultan Mehmed’ in Istanbul’u fethettigi zaman Hiristiyanlara serbesti verdigini ve ayrica hiç bir Hiristiyanin zorla müslüman yapilmamasi için ferman çikardigini ve fakat fermanin bir yangin sirasinda yandigini anlatmis ve fetih harekatina katilmis bulunan üç yeniçeriliyi tanik göstermistir. Bunun üzerinedir ki Padisah yukardaki kararini degistirmistir.
Yine animsamak gerekir ki Cemali Efendi, degil sadece “Gavur ülkelere” ve fakat müslüman ülkelere dahi savas açilmasi fetvalarini veren bir kimsedir. Kuskusuz ki siyaset adamlari için çesitli nedenler ve çikarlar geregince savaslara girismek, ülkeler fethetmek, yagma talan yolu ile zenginlikler edinmek, geçmis dönemin deger ölçülerine göre “normal” sayilabilir. Fakat din adaminin hiç bir bahane ile savas ve yagma-talan fikrini desteklemesi ve hele dini yaymak için saldiri niteligindeki savaslara öncü olmasi hos karsilanamaz. Din adaminin görevi savas denilen müsibeti önlemek ve yeryüzü insanligini baris ve kardeslik duygulari içerisinde sevgi kaynaginda toplamaktir. Fazilet örnegi gibi tanimlanmak istenen Cemali Efendi ise, “Kafirlerle” savasa her kesten fazla hevesli olmak bir yana, fakat müslümanlara karsi savasi bile gerekli gören bir kimsedir. Nitekim Yavuz Sultan Selim ‘in, Misir seferine çikmadan önce kendisine sormus oldugu “Eger islam’a bagli bir ülke (yani Misir) kendi halkini müslüman olmayanlarla (yani ‘Çerkeslerle’ demek ister) birlestirmeye razi olacak olursa, bu müslüman ülkenin insanlarini öldürmek caiz midir? ” seklindeki soruya Cemali Efendi, hiç tereddüd etmeden :”Baskaca hiç bir neden’e gerek kalmaksizin evet öldürebilir” seklinde yanit vermistir 32.
Kanuni Sultan Süleyman zamaninda Müftü Cemali Efendi’ ye halef olarak Seyhül Islamlik mevkiine getirilen Ebu Su’ud Efendi, diger bir örnek olarak karsimizdadir. O da faziletli ve meziyetli bir din adami olarak tanimlanir. Padisah’in çikardigi ve özellikle vergi isleri, nufus sayimi ya da kahve içilmesi gibi konulardaki Kanunnamelerin hazirlanmasinda rol oynadigi, ya da Hiristiyanlarin zorla din degistirmege zorlanmalarina karsi çiktigi için “büyük” bir insan olarak anilmaga layik görülür.
Kuskusuz ki her türlü yeniliklere ve gelismelere karsi homurdanan din adamlarinin çogunlukta bulundugu bir ortamda Ebu Su’ud Efendi ‘nin davranislarini olumlu diye saymak mümkündür. Ancak ne var ki din adamindan beklenen insancil davranislarin ne olmasi gerektigini söyle bir düsünecek olursak ve o dönem itibariyle Bati’da, insanlik ideali ugruna hayatlarini feda eden din adamlarinin davranislarina göz atarsak, Ebu Sü’ud Efendi ‘nin fazilet terazisinde pek yeri bulunmadigini görürüz. Hele onun siyasi kararlara katilabilmek amaciyle “etik” kurallarina en büyük bir rahatlikla sirt çevirebilir olmasi, ya da farkli din ve inançtakilere karsi sinirsiz bir kin ve düsmanlik duymasi, ya da insan varligini kul’luktan yukari bir degere layik bulmamasi, ve kisacasi seriat’in akla ve mantiga ve vicdana aykiri emirlerini en büyük bir softalikla uygular olmasi, ona, fazilet degerlendirmesinde”sifir” notunu kazandirmaga yeterlidir. Venedikli’lerle daha önce yapilmis olan baris andlasmasini bozmak isteyen Sultan Selim’e sundugu fetvasinda Ebu Su’ud Efendi ‘nin su satirlarini okuyalim: “(Kafirlere karsi verilmis olan sözden dönmeyi ve onlarla yapilmis andlasmalari bozmayi) engelleyici nitelikte seriat’in öngördügü hiç bir sey yoktur. Esasen islam hükümdarinin kafirlerle baris andlasmasi imzalamasi da caiz degildir, meger ki bunda bütün müslümanlar için çikar söz konusu ola. Eger böyle bir amaç elde edilemeyecek ise her hangi bir andlasma ser’an onaylanmis sayilmaz. Böyle bir andlasmayi, çikarlar ugruna en uygun bir an’da bozmak yerinde olur. Peygamber… Hicret’in altinci yilinda kafirlerle andlasma imzalamis ve bu andlasmayi on yil için yaptigi halde aradan iki yil geçmeden, sirf Mekke’yi fethetmek maksadiyle (tek tarafli) olarak bozmakta sakinca görmemistir… Zati Sahaneleri peygamberimizin davranislarini her zaman için izlemek asaletini gösterdiniz”. Bu fetva üzerine Sultan Selim, Venedikli’lerle yapmis oldugu baris andlasmasini yok farz’eder 33.
Öte yandan bu ayni Ebu Sü’ud Efendi, yine seriat’in bagnaz hükümlerini uygulayacagim diye, vicdan sizlatici nice isler görmüs nice insanlar öldürtmüstür ki bunlardan bazilarini diger kitaplarimda bulmak mümkündür 34.
Bati’da kötü ruhlu din adamlarinin, kötü örneklere “ahlakilik” niteligi yamadiklari çok görülmüstür. Ancak ne var ki “Kutsal” bilinen kitaplarin ya da hatta “peygamber” diye kabul edilen kimselerin ahlakilige uygun bulmadiklari yönlerini sergileyenler de çikmamis degildir. Seriat ülkelerinde bu tür örneklere rastlamiyoruz.
Deger ölçülerimiz müspet akil ve müspet ahlak verilerine degil fakat din verilerine dayali oldugu içindir ki din adamlarimizin “faziletliligini” sadece seriat hükümlerini uygulamadaki gayretkesliklerine göre hesaplama yolunu seçmisizdir. Daha baska bir deyimle fazilet ölçümüz “insanlik sevgisi” ya da farkli din ve inançta olanlara karsi mutlak “hosgörü” esasi degil fakat bunlara ters düsen kistas’lar olmustur. Bu konuda bir fikir edinmek için tarihci Naima ‘nin din adamlari konusundaki degerlendirmelerine söyle bir göz atmak yeterli olacaktir. Akil ve vicdan sahibi her insani utandirmaga yeter nitelikteki eylemleri “fazilet” seklinde görmege hazir bu zihniyet, Naima dönemi öncesi ve sonrasi itibariyle, seriat tarihi içerisinde hep ayni olmus, hiç bir degisiklige ugramamistir. Bugün dahi ayni “ölçü” is görmektedir.
Gerçekten de Naima ‘nin 1591 ila 1659 yillari arasindaki tarihi olaylarla ilgili satirlarini okuyanlarimiz Murat III devrinin ünlü Molla’si Abdül-Kerim Efendi’ nin yaptiklarinin Naima kaleminde “faziletli davranis” seklinde gösterilmis olmasina mutlaka sasirmislardir.
Bilindigi gibi Üçüncü Murat, tahta çikisindan sonra, daha önceki padisaha imamlik yapan Molla Abdül-Kerim ‘i Kazaskerlige getirir. Çünkü Molla efendi “faziletliligi” ile ün yapmistir. Simdi onun “faziletliligini” Naima’dan dinleyelim: “Molla Abdül-Kerim Efendi , ilmi ve fazileti … ve yoksullara ve baskalarina karsi alçak gönüllülügü ile takdir edilmege deger bir kimseydi. Onun ne kadar üstün zeka ve ne kadar özgür düsünce sahibi bir insan oldugunu su örnek ortaya vurmaga yeterlidir: Yahudi cemaati mensuplari, diger din cemaatleri’nin aksine, sari renkte türban giymez oldular ve bu nedenle gerek sabah ve gerek aksam karanliginda onlari digerlerinden ayirdetmek olanagi kalmadi. Bunun üzerine Molla Abdül-Kerim (Yahudileri) kirmizi renkte takke giymeye zorladi. Bundan baska bir de Kasimpasa mahallesinde müslüman mahallelerin sokaklarina yakin Yahudi mezarliklarinda gömülü olan Yahudi cesedlerini yerlerinden çikartip baska yerlere gömülmesini sagladi… Öte yandan yoksullarin ölümünde etkisi bulundugu rivayet olunan maymunlari, gösteri yaratiklar seklinde kullanilmasi gerektigine inanirdi…” 35.
Görülüyor ki 17.yüzyilin ünlü tarihcisi sayilan Naima ‘ya göre Islam’dan gayri din saliklerinin toplum içerisinde damgali yaratiklar gibi belli giysiler içerisinde dolastirilmalari, ya da müslüman mahallelere yakin yahudi mezarliklarindan yahudi ölülerinin cesedlerinin çikartilip baska yerlere tasitilmasi, pek övünülecek seylerdendir ve bu isleri yapan Molla efendi’yi, sirf bu “basarilari” yüzünden “faziletli” ve “büyük insan” saymak gerekir.
Simdi siz bu degerlendirmeyi, Bati’da o tarihlerden çok önce, hatta Bati’nin en karanlik sayilan döneminde bile, farkli dindeki insanlara “insan” gibi davranilmak gerektigini savunan düsünürler ve din adamlari açisindan ele aliniz ve farki görünüz 36.
Tarihçi Naima ‘nin ve çevresinin degerler ölçüsü insanlik sevgisi esasina dayanmaz; “insanin insan’a sevgisini” yok eden seriatçilik esasina dayanir. Insanliga ve hatta memleket çikarlarina aykiri da olsa seriat’a yatkin her sey bu degerleme ölçüsüne uygun demektir. Seriat’in emrettigini yapan her kisi, velev ki bu emredilen sey akla ve vicdana ve ahlaka aykiri düssün (örnegin “müsrikleri öldür” emri gibi) bu ölçüye göre “fazilet” mertebesindedir. Para yoklugu nedeniyle savasa çikmak istemeyen Padisah’in karsisina dikilip ille’de “savasa çikilmalidir” diye direnen Sina Allah Efendi gibi müftüler, ya da Ikinci Mustafa döneminin “ahlaksiz” diye tanimlanan Feyzullah Efendi gibi Seyh-ül Islam’lar, ve nice benzerleri, ne yazik ki Naima gibi tarihçilerimizin gözünde hem cesaret ve hem de fazilet örnegidirler.
C) Olumlu davranis sahibi görünenlerin iç yüzü:
19.Yüzyil sonlarina dogru zevk, safahat ve rüsvet gibi müsibetlerin Osmanli Devleti’nin bütün örgütlerini sarmasi ve özellikle “Vükela’nin” ve “Ulema’nin”, Kur’an’a el basarak hirsizlik yapmayacaklarina ve rüsvet almayacaklarina dair yemin etmis olmalarina ragmen bu gelenegi devam ettirmeleri karsisinda bazi din adamlarinin, cami’lerde va’az verirken tepki gösterdikleri ve bu uygunsuz luklari sayip dökmekten çekinmedikleri söylenir. Bu arada, halk sefaletten ölürken ve hazinede de para kalmamis iken padisahlari savasa sürüklemek isteyen din adamlari yüceltilir. Bu örneklerden biri Sina Allah Efendi ‘ dir ki kisaca belirtilmeye deger:
Lala Mehmed Pasa, Dogu seferine çikmak üzere Sultan Ahmed tarafindan görevlendirilince, büyük bir hevesle ise baslar ve orduyu en kisa bir zamanda hazirlamak maksadiyle Üsküdar cihetinde karargah kurar. Fakat hastalanarak ölür. Onun ölümü üzerine sadarete gelen Dervis Pasa, Devletin mali sikinti içerisinde bulundugunu bilerek Sultan Ahmed’i savas fikrinden caydirmak ister ve mevsimin gecikmis oldugunu söyler. Onun bu tavsiyesi üzerine Üsküdar’da karargah kurmus olan ordu’nun geri çekilmesine karar verilir. Bu karara karsi Sina Allah Efendi’miz direnir ve Padisah’a, mevsim gecikmesi bahanesinin yerinde olmadigini ve ordu’nun hiç olmazsa Halep’e gönderilip kisi orada geçirmesini, hazirliklarini orada tamamlamasini ve bahar mevsiminin baslamasiyle birlikte Iran üzerine saldiriya geçilmesini diler. Padisah kendisine, bunda ne gibi bir yarar olacagini sorar. Müftü efendi’nin cevabi sudur: “Hiç olmazsa Üsküdarda ordu için karargah kurulmus olmasi bosa gitmis olmayacaktir… Sultan Süleyman han (vaktiyle) Maksevan seferine çiktiginda kisi Halep’te geçirdi ve sonraki bahar’da da Dogu’ya yürüdü. Simdi de izlenmek gereken tabiye (taktik) bu olmalidir… Ordu için gerekli malzeme ve gida için para yok mudur ki?”.
Müftü’nün bu sorusuna Padisah, hazinede para olmadigi ceva bini verir. Sina Allah Efendi, ne yapip yapip Misir’dan para saglanarak savas için kullanilmasini belirtir. Padisah bunun özel bir gelir kaynagi oldugunu ve bu paralarla savasa çikilamayacagini anlatir. Sina Allah Efendi, bu direnme karsisinda, bizim ünlü tarihçimiz Naima ‘nin övgüye layik gördügü bir dil ile “hiç yilmayarak ve çekinmeyerek” söyle konusur: “Sizin ceddiniz sayilan Kanuni Sultan Süleyman han Sigatvar’a giderken hazine tam takir idi (fakat buna ragmen savasmaktan geri kalmadi) ; çünkü Padisah kendi altinlarini ve gümüslerini savasa harcadi. Hiç süphesiz Misir hazinesi bu savas için mükemmel ise yarayabilir”. Bu görüse karsi Sultan Ahmed “Hayir” deyince müftü efendi izin isteyerek huzurdan ayrilir, kapiyi çekip çikar.
Iste Sina Allah efendi’ nin bu davranisi Naima ‘ya göre “cesaret ve celadet” ve büyük bir fazilettir; Padisah’a karsi “böylesine!” ayak direyen bu din adamini alkislamak gerekir! Hiç yarari olmayan bir savasa çikilsin için israr eden din adaminin bu davranisi, bizim ünlü tarihçimizin gözünde “emsalsiz” bir niteliktir. Oysa ki bu davranisin ne akli ve ne de ahlaki bir yönü vardir. Birakiniz savas denen seyi insanlik adina önlemege çalismayi ve fakat devlet hazinesinde para kalmadigi için yokluk ve sefalet içinde kivranan halkin çikarlarini dahi düsünmeyen ve savas fikrinde israr eden bir din adamini “fazilet” örnegi gibi göstermek sadece ilkellik degil fakat ayni zamanda suçtur da…
Anlasildigina göre bu konusmasindan sonra müftü efendi görevinden alinir. Fakat çok geçmeden, Vezir Dervis Pasa’nin basarisizligi nedeniyle yine görevine getirilir ve bu kez Dervis Pasa ‘nin iktidardan düsürülmesi için olmadik ahlaksizliklara yönelir. Bunun sonucunda Dervis Pasa, sorgusuz sualsiz Padisah karariyle bogdurtulur. Sina Allah efendi intikamini almistir 37.
Söylemeye gerek yoktur ki din adaminin yapacagi ya da yapmasi gereken seyler bunun çok üstünde olmak gerekir. Çünkü “Insan” denen varligin fikren ve ruhen gelismesini ve insanlik haysiye tini ve haklarini ve mutlulugunu saglayici isler görebildigi oranda din adami, kendisine düsen görevlerin asgarisini yapmis sayilir. Seriat hükümleri arasinda, ya da bu hükümleri uygulayan kisilerin ve kuruluslarin eylemleri içerisinde nice olumsuzlari varken bunlara ses çikarmayip (ve hatta bunlari yüceltip) sadece devlet mekanizmasindaki bozukluklara, hirsizliklara, rüsvetlere kafa tutar görünmek ma’rifet degildir.
Din adamlari arasinda bazi reform’lara taraftar bulunanlar ve örnegin Selim III ve Mahmud II gibi padisahlarin ordu’da yenilik yapmalarina destek olanlar, az sayida da olsa görülmemis degildir. Fakat ne var ki onlarin bu tutumlarinda da her hangi bir “idealizm” ya da “samimiyet” yatmamistir. Reform’lari ve yenilikleri, memleket ve insanlik adina uygun gördüklerinden dolayi desteklemis degillerdir; sadece “korku” ya da “kendi özel çikarlari” nedeniyle desteklemislerdir..
Gerçekten de din adamlarinin ve Ulema’nin geleneksel tutumlari o olmustur ki karsilarinda zayif ve ürkek karakterde kimseler bulduklari sürece kötülük yapmaktan kaçinmamislardir. Osmanli tarihi bunu dogrulayan örneklerle doludur. Ilk on padisah zamaninda, bu padisahlarin genellikle mert ve sert, ve çogu zaman son derece gaddar karakterde olmalari nedeniyle, din adaminin kötülügü, belli bir ölçünün üstüne çikamamistir. Fakat taht’a zayif karakterli ve ürkek ruhlu padisahlar gelir oldukca din adaminin melanetine sinir çizilememistir. Bunlar, Yeniçerililerle birlik olup bir yandan padisah’i avuçlarinin içine almislar ve diger yandan da halki inim inim inletmislerdir. “Ayan”‘a ve “Beyler”‘e karsi siddetli tedbirler almaktan kaçinmayan Selim III, ve Mahmud II gibi biraz güçlü padisahlarin karsisinda dahi sinmislerdir. Bu padisah’lar, kendi isteklerine boyun egmez görünen Seyh-ül Islam’lari ve Molla’lari azletmekten çekinmedikleri içindir ki Ulema, korku yüzünden, bazi reformalara taraftar görünmüstür. Fakat korku yaninda bir de kendi çikarlari söz konusudur: devlet’in uçuruma sürüklenmesini, her seyden önce, kendi saltanatlari , kendi öz çikarlari bakimindan tehlikeli görüp telasa düstükleri içindir ki bu yolu tutmuslardir. Seyh-ül Islam Feyzullah efendi ‘ nin Edirne sokaklarinda Yeniçerililer tarafindan öldürülerek dolastirildigini hatirladikca, ve kazan kaldirmayi gelenek haline sokan bu örgüt’ün her firsatta Ulema’dan hinç çikarir olduguna tanik oldukca, reformcu padisahlara destek olmak, onlarin elbetteki islerine gelmistir. Kötü gidisin devlet’i, ve devlet’le birlikte kendilerini yok edecegini anladiklari içindir ki devlet’i ayakta tutma cabalarina güç vermislerdir. Hiç olmazsa bu kadarcik bir çikar düsüncesiyle devleti yasatmaga çalismanin geregine inanmislardi. Fakat her seye ragmen din ulemasi arasinda, devletin yasarliliginda kendi öz çikarlarinin yeri oldugunu bilemeyecek kadar dar kafali olanlari da yok degildi. Bunlar “Ordu islah edilmez ve memleket çökerse bize ne olur?” diye düsünemeyecek kadar seriat’a saplanmis, bagnaz ve yüreksiz ve dünyalarindan habersiz kimselerdi. Onlar için ne memleket ve ne de millet önemliydi; önemli olan tek sey seriat idi; seriat’in yasakladigi yeniliklere düsmanlik idi.
Fakat her ne olursa olsun, bilerek ve bilmeyerek ve kuskusuz çogu zaman kendi çikarlarini saglama amaciyle bazi reform’lara destek olur göründükleri her defasinda, bunun bedelini bagnazligi (taassubu) körüklemekle ödetirlerdi. Onlar için bu bir bakima “güçlenme” vesilesi olurdu. Örnegin “Vakayi hayriye” adi verilen ve Yeniçeri kurulusu’nun ortadan kaldirilmasiyle sonuçlanan olayda 38 Ulema oy birligiyle hareket etmistir. Ancak ne var ki bu olaydan sonra Ulema fevkalade güçlenmis ve eskisinden daha da bagnaz nitelikte bir kurulus olmustur.
D) En Samimi Davranis Sahipleri Dahi Insan Sevgisinden, Idealizm’den ve Çagcil Deger Ölçülerinden Yoksun:
Türkiye’nin “Ulusal Kurtulus” savasinda bazi din adamlari’nin olumlu rol oynadiklari öne sürülür. Verilen örneklerden biri “sarigi ile emperyalizme karsi savasin kutsalligina mührünü bastigi” belirtilen Ankara Müftüsü Rifat Börekçi Efendi ‘dir.
Kuskusuz ki ülkeyi ve milleti yabanci isgalerden kurtarmaga çalismak fazilet davranislarindandir. Ancak ne var ki Rifat Börekçi Efendi’nin cabalari Türk insani’ni, insanca yasamaga ve uygarliga kavusturmaktan ziyade, Islam seriati’ni Hiristiyan boyundurugundan kurtarmak amacina dayali idi. Çünkü seriatçi olarak onun için önemli olan sey insan ögesi, ya da “Türk” ögesi degil fakat seriat’in kendisi idi. Eger insan ögesini önemli bulsaydi, yabanci emperyalizmine oldugu kadar kisi’yi kisiliginden ve insan sahsiyetinin haysiyeti duygusundan ve dogal haklarindan yoksun kilan ya da Türk’ü Türklügünden uzaklastirip Arap’lastiran seriat verilerine karsi da savasirdi.
Yine bunun gibi Haci Süleyman Efendi, ki Atatürk’ün “Mefkure arkadasim” diyebildigi tek din adami olarak gösterilir, Türkiye’nin geri kalmislik çukurunda bocalamasina karsi savasim veren bir kimse olarak öne sürülür: asiret düzenine ve agalik sömürüsüne karsi halki savundugu, cami yerine okul yapilmasini istedigi, “ilahi” adalete oldugu kadar milli gelir dagilimindaki “adalete” inandigi, kadin’in kutsal bir varlik oldugunu ve sosyal gelismenin kadina verilen degerle orantili bulundugunu söyledigi, köylünün mutluluguna hizmet etmenin gereklerini sergiledigi kabul edilir.
Kuskusuz ki böyle bir din adamini degerli ve saygin görmek gerekir. Bu ülkenin yasaminda onun gibi din adamlari yer almis olsaydi, toplumumuzun kalkinmasi muhtemelen kolaylasirdi. Bununla beraber sunu da gerçek adina belirtmeden geçemeyiz ki bütün iyi niyetlerine, bütün yurtseverliklerine, bütün olumlu cabalarina ragmen Haci Süleyman Efendi’ yi, insan varliginin özgürlügü ve haysiyeti adina savasmis bir kimse olarak görememekteyiz. Seriat’in dogal kurulus olmak üzere benimsedigi “kölelik” konusunda ses çikardigini, ya da bu kurulusun daha Islam’in ilk anindan bu yana sürdürülmesine karsi agzini açtigini söyleyemiyoruz. Tanri’nin keyfi olarak bazi insanlari “sol’dan verilmis defterle”, bazilarini ise “sag’dan verilmis defterle” yarattigini, ya da bazi kimselerin gönlünü açip müslüman yaptigini, bazilarinin da gönlünü dar kilip “kafir” yarattigini ve böyle yarattiklarini Cehenem’e attigini, ya da yine keyfi olarak bazilarini “bol rizik” ve bazilarini da “az rizik” ile riziklandirdigini belirten seriat hükümlerine karsi homurdandigini, ya da bu tür hükümlerin, gelisen uygarlik anlayisi içerisinde yeri bulunmadigina degindigini açikliyamiyoruz. Kadini asagi ve zavalli bir yaratik durumuna indiren seriat verilerini yerdigine tanik olamiyoruz. Seriat’in akil kistasina vurulmasi, ve akla aykiri düsen esaslarinin kaldirilmasi konusunda konustugunu duymuyoruz. Islam’a dahil olanlarin “üstün”, olmayanlarin “sapik” sayildigini, ya da müslümanlar içerisinde Arap’in “Kavm-i necib” (üstün irk) oldugunu anlatan seriat hükümlerine karsi “Olmaz böyle sey, Tanri insanlar ve irklar arasinda keyfi sekilde esitsizlik yaratmis olamaz; hele Arap’i Türk’e üstün hiç tutamaz; Tanri bir sevgi denizidir ve bütün insanlar bu denizin birer damlasidir ” seklinde insancil bir görüs ileri sürdügünü animsayamiyoruz.
Oysa ki Bati’da, hem de o en karanlik çaglarda, dinin akla ve vicdana ve ahlaka ters düsen yönlerini elestiren ve yeren, ve “peygamber” diye bilinen kisilerin olumsuz davranislarini, ibret olsun için, gözler önüne seren nice din adamlari çikmistir. Daha 2.yüzyilda Rahib Claudius Appolinaris ve daha sonra 3.yüzyilda Dionysius ile birlikte görülmeye baslayan bu tür davranislar, o tarihlerden bu yana hemen her yüz yil boyunca ve giderek çogalan bir artisla tekrarlanmis ve aydin siniflarin benzeri davranislarina destek olarak Bati halklarini uygarliga çikarmistir. Bu tür örneklerin bir kismini Aydin ve “Aydin” adli kitabimizda sergiledik. Ne yazik ki bizim dünyamizda buna benzer örnekler vermek mümkün olamiyor. Din adamlari arasinda seriati asip “insancil” dogrultuya girebilenlerin sayisi “hiç” denecek kadar azdir. 15.Yüzyilin “alim” ve “mutasavvif” ‘larindan olan ve Yildirim Beyazid’in oglu Musa Çelebi’nin kazaskerligini yapan Bedreddin Simavi bunlardan biri olarak gösterilir. Dinsel ve sos yal bir egilimin basi oldugu kabul edilen bu Seyh (ki özgür düsünce sahibi bir bilgin sayilir) aslinda Kur’an’a aykiri ve seriat’i ters yüz eder nitelikte görüsler savunmustur. “Lata’if al isarat” adli kitabinda ya da “Fusus al-hikam” ya da “Varidat”, ya da “Hest behist” adli yapitlarinda oldukca özgür düsünceler ortaya vurmustur. Örnegin “Cennet” ve “Cehennem” denen seylerin esas itibariyle insanlarin yer yüzü yasamlari sirasindaki iyi ve kötü davranislarinin ruhlarda yarattigi aci ya da tatli duygularin ta kendisi oldugunu söylerken Kur’an’in güzel huri’ler ve bol nimetlerle dolu Cennet’lerini, ya da kizgin ateslerden olusan Cehennem’lerini inkar etmis gibidir. Yine bunun gibi Kur’an’da geçen “Tanri”, “Melek” ve “Seytan” gibi seyleri inkar edercesine “insani hakka götüren her seyin melek ve rahman” ve ters yöne sürükleyen ve özellikle sehevilige götüren her seyin “seytan” sayilmak gerektigini söylerdi. Kur’an’da ölümden sonra bedenin tekrar dirilecegi yazili oldugu halde o “Beden için baka yoktur” diyerek adeta Kur’an’i yalanlamis olurdu. Kur’an içki, sarab ve saz gibi seyleri yasak kildigi halde o, yine Kur’an’a ters düsercesine, her seyin “mubah” oldugunu yazmistir. Kur’an’da islam’dan baska gerçek din olmadigi ve baska din ve inanca yönelenlerin “sapik” olduklari, “müsriklerin” öldürülmeleri ve Ehl-i Kitab’a (Hiristiyanlara ve Yahudilere) karsi savas açilmasi ve cizye karsiliginda onlarin serbest kilinmalari emredildigi halde o, yine bütün bu emirleri hiçe sayarcasina, insanlar arasinda din farkini kaldiracagini ve herkese esitlik dairesinde pay verecegini anlatirdi 39.
Bu bakimdan onu genis görüslü bir kisi olarak tanimlamak mümkündür. Fakat ne var ki kisi’nin somut anlamda insanlik haysiyetinin korunmasi endisesinden ziyade, kendisine inananlarla birlikte Devlet örgütü kurmak ve “alemi elde etmek” hevesinde idi. Halkin “musahhas” ve “mevhum” putlardan yüz çevirmesini isterken, buna karsin, kendisini “lider” olarak ileri süren ve ordular kurarak devletler devirmeyi tasarlayan bir kimseydi. Kendisine inanan insanlarla birlikte kuracagi ordularla tüm “alemi” feth edecegini ve muhtemelen bunu Osmanli Devleti olarak yapacagini, ve Osmanli topraklarini, din farki gözetmeksizin, taraftarlari arasinda paylastiracagini söylerdi. Kendisine halife olarak ilan etmek istedigi sanilir. Böylece “bol servet” ve “bol huzur” temini vaad’leriyle Türk’ten ziyade Yahudileri ve Hiristiyanlari etrafina toplayabilmisti. Kendi yoluna girenleri “Müslümanlardan bir adam öldürmek, bir kafir öldürmek demektir ve bu eylem gaza sayilmalidir” inanisina itmek isterdi.
Bütün bunlar Simavli Bedreddin ‘in, bütün genis görüslülügüne ragmen, eksik olan bir yönü bulundugunu ortaya vurmaga yeterlidir. Bilimsel eylemlerden ziyade siyasal nitelikte islere kalkismasi ve örnegin Çelebi Sultan Mehmed ‘e karsi halki ayaklandirmaga çalismasi yüzünden 1420 yilinda, din adamlarinin verdikleri “mali haram, kani helal” seklindeki bir fetva ile asilmak süretiyle öldürüldü.
Uzun yillari içine alan arastirmalarimizin sonucu olarak sunu söylemenin yanlis olmayacagini düsünmekteyiz ki, 1991 yili içerisinde seriatcilar tarafindan öldürülen Turan Dursun çapinda akilci, ve akilci oldugu ölçüde insancil bir baska din adamina rastlamak kolay degildir.