Türk’ü “Türk’e” ve “Türk” ile Ilgili Her Seye Karsi Yabanci, Hatta Düsman Yapan Seriat Emirlerinin Insafsiz Uygulayicisi Olarak Din Adami
I) Türk’ü Kendi Atalarina ve Geçmisine Düsman Yapan Din Adami:
II) Insanlarimizi Arap Ruhu ve Zihniyeti ile Yetistirir Din Adami:
III) Kur’an’i Arapça okutma konusunda din adami’nin kurnazligi!
Batili din adami kendi insanini ve mensup bulundugu kendi toplumunu milli benlik ve bilinç içerisinde yetistirirken bizim din adamimiz Türk’ü, yüz yillar boyunca, Islam’in Arap özelligi içerisinde yogurmus, yogururken de ulusal gelenek ve yeteneklerinden uzaklastirmis, kendi öz geçmisine ve atalarina düsman kilmis ve bir bakima “araplastirmistir”. Bunu yaparken ayni zamanda baska dindekilere ve tüm insanliga karsi düsman, hosgörü’den yoksun hale sokmustur. Bugün de yaptigi budur.
I) Türk’ü Kendi Atalarina ve Geçmisine Düsman Yapan Din Adami:
Kanuni Sultan Süleyman döneminin Divan-i Hümayun katiplerinden Hafiz Hamdi Çelebi, padisaha sundugu bir siirinde, Türk’ün insanliga felaket saçmak için yaratildigini, Tanri’nin Türk’e anlayis gücü ihsan etmedigini ve bu nedenle Muhammed’in “Türk’ü öldür, kani helaldir” seklinde emirler verdigini anlatir. Günümüz Türkçesiyle siir söyle:
“Padisahim kainatin yaratilisindan bu yana,
Dünya içinde Türklügün kötülügünden bahsedilir,
Allah Türk’e hiç anlayis gücü vermemistir,
. . . . . . . . . . . . . . . .Türk’ü öldür, baban olsa da,
O iyilik madeni, yüce peygamber,
Türk’ü öldürünüz, kani helaldir demistir,
Bunlarin (Türklerin) isi sürekli sapiklik olmustur,
Cümlesinden bunu örnek olarak al,
Türk’ü öldür, baban olsa da,
Türk derin bilgi sahibi olsa da,
Fetvaya yetkili müftü bile olsa da,
Ey aziz dost, bu söz içinde özetlendigi gibi,
Asla onlara yanasma,
Türk’ü öldür, baban olsa da,
Türk’ün adam olacagini sanma…” 439a
Bu siir’in Padisahi fazlasiyle hosnud etmis olmasi gerekir, çünki Kanuni Süleyman Türk insanini (hele Anadolu Türk’ünü) hor ve degersiz gören padisahlarimizin basinda gelir. O kadar ki Yeniçeri kurulusuna Türk asilli unsurlari almamayi gelenek edinmisti. Imparatorlugun Avrupa sinirlari içerisindeki Hiristiyan ailelerinden devsirme olarak toplatilan unsurlarin Türk’e üstün oldugunu düsünür ve özellikle Yeniçeri kurulusuna sadece bu unsurlari alirdi. Islam’a bagliligi nedeniyle gerek Kur’an’da ve gerek Muhammed’in sözlerinde yer alan Turk aleyhtari sözlerin etkisinde kalarak Hafiz Hamdi Çelebi’nin: “O iyilik madeni, yüce peygamber, Türk’ü öldürünüz, kani helaldir demistir, Bunlarin (Türklerin) isi sürekli sapiklik olmustur” seklindeki sözlerini begenmis olmasi dogaldir.
Türk’ü insanliga felaket getiren ve yok edilmek gereken bir irk seklinde tanimlayan buna benzer daha nice örnekleri siralamak kolay, Bunlardan bir kaçina biraz asagida deginecegiz. Türk asilli kimselerin bu tür görüslere saplanmalarinin nedenlerini anlayabilmek için Islam seriati’nin Türk’e bakis açisini ve din adamlarimizin bu konudaki tutumlarini bilmek gerek.
Bir çok yayinlarimda ve özellikle Arap Milliyetçiligi ve Türkler adli kitabimda belirttigim gibi, yeryüzü’nde bir baska toplum gösterilemez ki din ugruna benliginden ve milli’liginden Türk’ler kadar siyrilmis, geçmisini ve atalarini unutmus, hatta kendi kendisiyle yabancilasmis olsun. Arap bile, Muhammed’in “Cahiliyyet” diye küçümser göründügü Islam öncesi dönemi, islam’in olusmasini saglayan ve “Arap uygarligini” hazirlayan bir dönem olarak tanimlamaktan geri kalmazken ve Islam öncesi yasamlariyle gurur duyarken Türk insani, Islamlastirildiktan sonra, Islami yasamlar disinda varlik, benlik, milli’lik nedir bilmemistir. O kadar ki Cami’de minber’e çikan imam’in ve din okullarinda kürsüye yaslanan hoca’nin, seriat’a dayali olarak, Türk’ü “Yafis” zürriyetinden gelme “Ye’cuc ve Me’cuc” nesli olarak tanimlayan sözlerini, yüzyillar boyunca “kutsal” bilip ezberlemis ve yasami boyunca da agzinda gevelemistir. Bu sözlerdeTürk’ün “insanliga felaket getiren irk” oldugu iddialarinin yattigindan haberi bile olmamistir. Buna sebeb din adamidir; bakiniz neden:
Din adami’nin Türk insanina, kendi atalariyle ilgili olarak ögrettigi seriat esaslari sunlardir: Güya Tanri Nuh’u peygamber olarak gönderdiginde kavmini uyarmasini ve Tanri’dan baskasina kulluk etmelerine engel olmasini emreder (Bkz. Kur’an 11 Hud 25-26; ve ayrica K. 29 Ankebud 16).
Nuh’un üç oglu olur; bunlar Sam, Ham ve Yafis adini alirlar. Sam’dan “Sami” irki çikar.; Sam güya Arap’larin, Yahudi’lerin Acem’lerin, Rum’larin atasi’dir.
Nuh’un ikinci oglu Ham’dir. Güya babasinin emrine uymadigi için cildi, ceza olarak, sim-siyah kesilmis, bu nedenle siyah irk’in atasi olmustur: Zenci’lerin, Habesi’lerin, Nubi’lerin babasidir.
Nuh’un üçüncü oglu Yafis’e gelince o da Hazer’in, Sakalibe’nin ve Ye’cuc-Me’cuc’un babasidir ki bu sonuncular Türk’lerdir. Hemen belirtelim ki “Ye’cuc ve Me’cuc” sözcüklerinin ne demek oldugundan pek çogumuzun haberi yoktur. Oysa ki din adamlarimiz, eski Türk’leri gerçek anlamda “Türk” saymadiklarindan, Arap tarihçisi ve Arap din adamiyle birlik olup, yüzyillar boyunca usturuplu usullerle, “Ye’cuc” ve ” Me’cuc” deyimlerinin Türk’ler anlamina geldigini söylemekten ve bunu kanitlayan seriat hükümlerini (örnegin Kur’an’in Kehf Suresi’nin 83-102 ve Enbiya Suresi’nin 96 ayet’lerini) gözler önüne sermekten çekinmemislerdir. Nasil ki Abu’l Beka al-Demiri, vaktiyle Hayat al-hayavan adli yapitinda, Kur’an’in bu hükümleriyle belirlenen “Ye’cuc ve Me’cuc” öykülerinin Türkleri kastettigini yazdi ise, yine nasil ki al-Balki evren’in yaradilisi konusunu isleyen kitabinda ya da daha sonralari Asim Efendi Okyanus adli yapitinda, ya da Ahteri Mustafa Efendi Ahteri- Kebir adli kitabinda bunun böyle oldugunu gösteren hadis’leri sergilediler ve diger ünlüler buna benzer yayinlarda bulundular ise, bizim din adamlarimiz da bunlari dogrulayan hükümleri insanlarimizin beyinlerine yerlestirmekten bikmamislardir. Diyanet Isleri Baskanligi’nin yayinlarina söyle bir göz atiniz 440. Orada okuyacaginiz seylere göre Yafis’in ogullarindan olan “Türk”, kardesleri olan Ye’cuc-Me’cuc’tan ayrilip Türkistan’da devlet kuran bir soydur. Yafis’in oglu olan Türk’un oglu Oguz olup Oguz ile birlesen Türkler Uygurlari olusturmuslardir 441. Güya Büyük Iskender Dogu’ya açilipta Türk illerini sinirlayan iki dag’in arasina vardiginda bu daglarin birisinde Türk irkindan bir kavim bulmustur. Güya Türk’ler Büyük Iskender’e Ye’cuc-Me’cuc denilen iki kavimden söz ederek onlardan zarar ve fesad gördüklerini söylemisler ve “Onlarla bizim aramiza bir sed yapmak üzere sana ücret versek olur mu?” demislerdir. Iskender de para istemeyip sadece yardim istedigini bildirmis, böylece Dogu’da büyük bir set insa ettirmistir. Yani güya Türkler, kendi öz kardesleri bulunan “Ye’cuc” ve “Me’cuc” ‘un böyle bir sed arkasinda hapis edilmelerini Iskender sayesinde basarmislardir.
Iste din adamlarimizin, Arap kaynaklarindan esinlenerek ve Arap’in da isine gelircesine Türk’ün kafasina yerlestirdikleri ilk bilgiler bunlardir. Bunu yaptiktan sonra ikinci is, Dogu’da yasamis olan Türk irkina karsi bir yandan Tanri’nin ve diger yandan Muhammed’in lanet yagdirmis oldugunu ve müslümanlari Dogu’nun bu “vahsi insanlarindan” gelebilecek fesad ve tehlikelere karsi hazirlikli olmaga çagirmak üzere konustugunu anlatmaktir. Ellerinin altinda bulunan Kur’an ayet’lerini okuyarak bu isi yaparlar (özellikle Kehf Suresi’nin 83-102 ve Enbiya Suresi’nin 96.ayetleri).
Ayet’lerden gayri hadis hükümlerini de sergileyip yorumlamaktan geri kalmazlar. Bunlar arasinda Ebu Hüreyre’nin rivayetine dayali olarak Muhammed’in: “Küfrün basi Sark tarafindadir” diyerek biraktigi hadis’ler vardir. Yine Ebu Hüreyre’nin rivayeti olarak: “Siz (Araplar) ayakkaplari keçe olan bir kavim ile muharebe etmedikçe kiyamet kopmaz” seklindeki hadis’ler vardir. Yine Ebu Hüreyre’nin rivayetine dayali olarak : “Kiyamet kopmaz ki siz Araplar, burunlari basik, gözleri küçük, yüzleri deri üstüne kaplanmis kalkanlar gibi kalin etli, ayakkaplari da yün keçe çarik halklarla muharebe etmedikçe” seklinde hadis’ler bulunur.
Öte yandan Zeyneb bin Cahs’in rivayetine dayali hadis’ler vardir ki biri söyledir: “Vukuu yaklasan bir ser’den, büyük bir fitne’den dolayi vay Arap’in haline? Bugün Ye’cuc ve Me’cuc sed’dinden sunun gibi bir delik açildi”
Yine bunun gibi Abdullah Ibn-i Ömer’in rivayet ettigi: “Iyi biliniz ki fitne iste buradadir, seytan’in boynuzunun dogdugu yerde (Dogu yönünde)” seklinde hadis’ler vardir. Ayrica Ebu Said Hudri’den gelen ve Muhammed’in: “Size müjdeler olsun, sizden bir kisiye mukabil Ye’cuc ve Me’cuc’dan bin kisi cehenneme gönderilecektir” gibi ve daha bunlara eklenebilecek benzeri nice hadis’ler vardir. Bu yukarda geçen tanimlamalar hep Türklerle ilgilidir.
Öte yandan din adamlarimiz, Islam’in en saglam kaynaklari olarak Buhari’de, Müslim’de, Ebu Davud’da, Tirmizi’de, Ibn Mace’de yer alan ve “Türklerle öldürüsmek” anlamina gelen seriat hükümlerini, “kutsal” birer “inanç” olarak Türk insaninin gönlüne yerlestirir. Bunlar arasinda Muhammed’in, müslümanlari Türk’lere karsi saldiriya kiskirtmak için söyledigi: “Siz (müslümanlar), küçük gözlü, basik burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmis olan toplumla savasmadikça kiyamet kopmayacaktir” seklindeki sözleri vardir 442.
Bizim insanimiz, bütün bunlari kendi din adami’nin agzindan dinlerken hadis ve Kur’an hükümlerinde geçen: “ayakaplari keçe olan bir kavim”, ya da “burunlari basik, gözleri küçük, yüzleri deri üstüne kaplanmis kalkanlar gibi kalin etli halklar” seklindeki tanimlamalarin, ya da Ye’cuc ve Me’cuc deyimlerinin Türk’ler oldugunu ve Türk’ün insanliga felaket getiren bir irk olarak tanitildigini düsünmez. Oysa ki bu hükümleri Muhammed, kendi kavmi olan Arap’lari Türk’lere karsi düsman ve saldirgan kilmak ve böylece Arap ordularinin Orta Asyalara kadar yayilmalarini saglamak için koymustur. Onun bu taktigi sonucu olaraktir ki, daha halife Osman zamaninda (ki hicret’in 32/ci yani miladin 653.ci yilina rastlar) Hazar bölgesinde Türklere karsi Arap saldirilari baslar. Daha sonraki dönemlerde Kuteybe ve Haccac kumandasindaki Arap ordulari Orta Asya içlerine kadar yayilir, Türk ülkelerini sarar, Türk halklarini tarihte az görülen bir vahsetle kiliçtan geçirir ve zorla müslüman yapar. Gaddarligi ve hunharligi ile “hayvana yaklasik nitelikte bir yaratik” sayilan Arap kumandani Kuteybe, Talkan halkini kiliçtan geçirdikten sonra öldürttügü Türklerin cesetlerini agaçlara astirtir; hem de öylesine ki “Talkan’a giden yolun 4 fersah mesafede olan kismi (24 kilometre) asilan Türklerin cesetleriyle korkunç bir orman görünüsü..” yaratmistir. Konuyu inceleyen bir yazar:”Müslümanlarin Türk yurtlarina yönelik isgali… dünya tarihinde bir esi daha görülmemis bu katliam” diyerek bu olaylari anlatir 443.
Türklere karsi girisilen bu vahseti Islam’in zaferi seklinde gören Halife Velid, yazmis oldugu mektubunda Kuteybe’yi kutlamak üzere aynen söyle demekte: “Müminlerin halifesi süphesiz senin Müslümanlarin düsmanlarina ( Türklere) karsi çetin mücadelelerinle verdigin imtihanlari ve cihadini bilmektedir. Yine müminlerin halifesi senin (sanini) yükseltecek ve sana gerekli olan her seyi yapacaktir. Harbetmeye önem ver. Rabbinin sevabini (mükafatini) bekle” 444
Söylemeye gerek yoktur ki Arap halifesini ve Kumandanini, Türkleri kiliçtan geçirerek, kelleler keserek müslüman yapmaga sürükleyen sey seriat’in “Cihad” ile ilgili hukümleri ve örnegin: “Müsrikleri nerede görürseniz öldürün” (K. 9 Tevbe 5) seklindeki emirleridir.
Ve ne hazindir ki bütün bu emirleri din adamlarimiz binlerce cami’de ve din okullarinda Türk insanina “Seriat dini” diye belletmekte ve vahset niteligindeki bu Arap tarihini, “Islam tarihi” olarak yavrularimiza okutmaktadirlar. Örnegin Ibn-i Ömer’in rivayet ettigi yukardaki hadis’le ilgili olarak Diyanet Isleri Baskanligi’nin yorumu söyledir: “Peygamber efendimizin irtihalinden sonra zuhur eden fitnelerin hepsi Sark tarafindan zuhur etmis bulundugundan bu haber Resullullahin mu’cizelerinden sayilir”. Bu yorumda bulunurken Baskanlik, yagma ve talan yapmak, esirler alip ganimetler toplamak amaciyle Orta Asya’lara kadar uzanan ve oradaki Türklerle savasan ve onlari en vahsi usullerle yok etmege çalisan Arap ordularina alkis tutar durumda oldugunun elbetteki farkindadir. Yine bunun gibi, Zeyneb bint Cahs’in rivayetine dayali olarak Muhammed’in: “Büyük bir fitneden dolayi vay Arap’in haline? Ye’cuc ve Me’cuc seddinde (…) delik açildi” seklindeki hadis’ini ögretirken Türk’ün ata’larina küfür edilmesinden dolayi hiç rahatsiz olmadigi ortadadir 445. Asil kötülügün Dogu’dan, yani Türk’ten degil fakat sirf talan amaciyle Dogu’ya saldiran Arap’tan geldigine aldirmaz.
Yine bunun gibi yukardaki hadis’lerde: “Ayakkaplari keçe olan bir kavim” ya da “Yüzleri kirmizi, burunlari basik, gözleri küçük, (vs)” diye tanimlanan halklarin Türkler oldugunu belirleyen kaynaklari, örnegin Buhari’nin “Kitab-i Cihad” ile “Kitab-i Menakib” ‘i, ya da Müslim’in “Kitab-i Fitan” adli yapitini kanitlayici belgeler olarak göstermek din adamlarimizi huzursuz kilmaz. Asim Efendi’nin Okyanus adli yapitinda, ya da Ahteri Mustafa Efendi’nin “Ahteri- Kebir” adli kitabinda “Ye’cu ve Me’cuc ‘un” Türkler olduguna dair söylediklerini tekrarlamaktan geri kalmazlar.
Bindört yüz yil boyunca ve özellikle geçen yüzyildan bu yana Arap yazarlar, Arap’taki Türk düsmanliklarini hep bu hükümlere dayali olarak pekistirmislerdir. Bu sayededir ki arap milliyetçiligi davasini en güçlü bir sekilde sürdürebilmisler ve 19.yüzyilin ilk yarisi içerisinde “bagimsizlik” savasi bahanesiyle Ingilizlerle bir olup Türk’e karsi dövüsmüslerdir. Dövüsürken de Muhammed’in Türk’leri “felaket” kaynagi gibi gösteren sözlerini gerekçe yapmaktan çekinmemislerdir 446.
Bütün bu hususlari “Arap Milliyetçiligi ve Türkler” adli kitabimda etraflica inceledigim için burada daha fazla durmayacagim 447. Fakat sunu hatirlatmakla yetineyim ki din adamlarimiz insanlarimizi kendi ata’larina ve eski yasam ve uygarliklarina yabanci ve düsman kilmak için ne mümkünse yapmislardir. Türk’ün 2500 yillik zengin tarihini, Türk’lerin islamiyete girisleri itibariyle son bin yillik zamana sikistiracagim diye olmadik yalanlara sapmislardir.
Din adamlarimizin afv’edilemeyecek olan yönlerinden biri de sudur ki Türk’e benligini, Islam öncesi güzel geleneklerini (örnegin kadina sayginligini, akilciligini, dikhakçiligini, ahlakiligini) ve güzel dilini kazandirmaga, ya da Arap’in tarihi Türk düsmanligini anlatmaga çalisan bizlere düsmanlik beslemeleri, yazdiklarimizi okutmamak için her türlü kötülüge yönelmeleridir.
Umariz ki bu satirlar, ruhlarinda birazcik olsun “insanlik” bilinci yatan bazi din adamlarimizin kafalarinda ve vicdanlarinda sorular ve kuskular yaratacak ve onlari bu konularda olumlu bir yol izlemege zorlayacaktir.
II) Insanlarimizi Arap Ruhu ve Zihniyeti ile Yetistirir Din Adami:
Din adamlarimizin bilinçsizce sarildiklari iddia’lardan biri de Islam dini’nin Arap dini olmayip bütün insanlara gönderilmis bir din oldugunu söylemektir. Güya Islam dinini “Arap dini” haline sokanlar Emevi’lerdir ve çünkü onlar Arap olmiyanlari kölelestirmislerdir!
Oysa ki yalandir, çünkü bir kere “kölelestirme” Emevi’lerden degil fakat bir çok vesielerle belirttigimiz gibi Islam’in kendisinden gelmedir.
Öte yandan, her ne kadar seriat verileri içinde Islam’in bütün insanlara hitab ettigine dair hükümler olmakla beraber esas itibariyle bu din, Arap’lara özgü bir din olmak üzere konmus olup Arap’in geleneklerine, zihniyetine, tiynetine göre ayarlanmis, genellikle çöl kosullarina oturtulmustur; Arap’in üstünlügünü saglamayi amaç edinmis bir din’dir. Islam’in bütün insanlara gönderilmis bir din imis gibi gösterilmesi daha sonraki bir hikayedir. Su bakimdan ki Muhammed kendisini ilk önceleri sadece Arap’lara gönderilmis bir “peygamber” olarak tanimlamistir. Islam’i bütün insanlara yönelikmis gibi gösterme fikrini daha sonra, yani kendisini güçlenmis buldugu Medine döneminde benimsemistir. Fakat buna ragmen yine de Islam dini’ni, Arap’lik niteligini koruyacak ve bu dine katilanlari Araplik ruhu ve zihniyetiyle donatacak sekilde islemistir.
Bunun böyle oldugunu din adami’nin bellettigi Islami veriler ortaya vurur. Bu veriler iyice incelenecek olursa görülür ki ilk baslarda Muhammed’in aklindan, Islam dini’ni bütün insanlara gönderilmis bir din olarak tanimlama fikri geçmemistir. O kendisini Tanri tarafindan Arap kavmi içerisinden seçilmis ve Arapça Kur’an ile Arap’lara gönderilmis bir “peygamber” diye tanitmistir. Hatta bütün Arap’lara degil sadece “Köylerin anasi” (Ümmü’l-Kura) diye bilinen Mekke ve çevresine, özellikle Kureysli’lere gönderilmis oldugunu anlatmak üzere Kur’an’a ayet’ler koymustur ki bunlarin basinda “Kureys Suresi” gelir. Bu Sure’ye göre Tanri güya Kureys kabilesinin yaz ve kis yolculuklarini güvenlik altina almak ve onlari açliktan korumak istemistir. Kureys Suresi aynen söyle: “Kureys kabilesinin yaz ve kis yolculuklarinda uzlasmasi ve anlasmasi saglanmistir. Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kabe’nin Rabbine kulluk etsinler” (K. 106 Kureys 1-4).
Din adami’nin Beyzevi gibi en saglam Islam kaynaklarindan naklen bildirmesine göre bu ayet, Mekke’nin (daha dogrusu Ka’be’nin) hakimi ve Muhammed’in yakin akrabalari olan Kureys esrafi’nin çikarlariyle ilgilidir, su bakimdan ki Muhammed’in büyük babasi Hasim, Kureysin iki büyük kervanina sahib olup bunlardan birini kis mevsiminde Yemen’e ve digerini de yaz mevsiminde Suriye’ye gönderirdi. Dikkat edilecegi gibi Kureys suresi’ndeki ayetler, Kureyslilerin menfaatlerini gözetmek ve kervanlarinin güvenlik içerisinde is görmesini saglamak maksadiyle dusünülmüstür. Kureys esrafi’nin çikarlarini saglamaga matuf bu tür ayet’leri Kur’an’a koyarken Muhammet, kuskusuz ki onlari kendisine çekmek ve kendisini “Peygamber” olarak kabul ettirmek amacinda idi. Onlari kazanacak olursa halki kolaylikla kendisine boyun egdirtecegini bilmekteydi.
Yukardakine benzer diger bir ayet Kur’an’in Mekkelilere gönderilmis olmasiyle ilgili olarak söyledir: “Bu indirdigimiz… Mekkelileri ve etrafindakileri uyaran mubarek Kitab’dir…” (K. 6 En’am 92). Ayni nitelikte olmak üzere Sura Suresi’nde su var: “Ey Muhammed!.. Mekke (Ümmü’l-Kura) ve çevresinde bulunanlari… uyarman için, sana Arapça okunan bir kitab vahyettik” (K. 42 Sura 7).
Fakat az geçmeden kendisini, sadece Kureys’e ya da Mekke’lilere degil fakat tüm Arap’lara gönderilmis “peygamber” durumunda kilar. Bunu yapabilmek için her seyden önce Tanri’nin her kavme, kendi içinden peygamberler ve kendi dilinden Kutsal kitaplar verdigini bildirir ve Kur’an’a: “Her ümmetin bir peygamberi vardir…” (K. 10 Yunus 47) seklinde ayet’ler koyar (ayrica bkz. Rum Suresi 22; Ibrahim Suresi 4).
Tanri’nin her ümmete, kendi içinden “peygamberler” gönderdigine örnek olmak üzere: “Biz Nuh’u (kendi) kavmine gönderdik…” (K. A’raf 59 ve d.; Hud 25, vs…) seklinde, ya da yine bunun gibi Ilyas’i, Musa’yi, Hazkel’i, Isa’yi vs… hep kendi kavimlerine gönderdigine, onlarin diliyle Kitab’lar verdigine dair konustugunu bildirir 448. Kendisini de Arap kavmi içinden seçilmis olarak göstermek üzere su tür ayet’ler koyar: “Andolsun ki, içlerinden kendilerine…bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lutufta bulunmustur. Halbuki daha önce onlar apaçik bir sapiklik içinde idiler” (K. 3 Imran 164). Burada geçen “mü’minler” sözcügü Arap’lari kapsar, çünkü kendisini “peygamber” ilan ettigi zaman ortada “mü’min” diye bir Arap toplumu yoktu. Yine bu ayet’de geçen “içlerinden” sözcügü “Araplarin içinden ” anlaminadir.
Öte yandan kendisini Arapça Kur’an ile gönderilmis olarak göstermek üzere de su tür ayet’ler yerlestirir: “Bu … Arapça bilen bir milleti uyarman için ayetleri… arapça açiklanmis olarak Allah katindan indirilmis Kitab’dir” (K. 41 Fussilet 2-5).
Kur’an’in Arap kavmi için Arapça dilinde olmak üzere gönderildigi fikrini pekistirmek için su tür ayet’ler ekler:
“Biz (Kur’an’i) anlayasiniz diye arapça okunmak üzere gönderdik” (K. 12 Yusuf 2).
“Biz bu Kur’an’i yabanci bir dil ile ortaya koysaydik -‘Ayetleri… açiklanmali degil miydi? Bir Arap’a yabanci bir dille söylenir mi? -‘ derlerdi” (K. 41 Fussilet 44);
Böylece nasil ki Yahudilerin ve Hiristiyanlarin, kendi içlerinden seçilmis “peygamberleri’ ve kendi dillerinden gönderilmis kitablari var idiyse, Arap’lara da ayni olasiliklarin saglandigini anlatmis olur.
Fakat daha sonra, ve hele Medine’ye hicret ettikten itibaren, Yahudileri ve Hiristiyanlari da kazanma hevesine kapilir ve bu kez kendisini onlara ve bütün insanlara gönderilmis bir peygamber olarak tanimlamaga baslar. Islam’dan baska bir din olmadigini, ve daha önce Yahudilere ve Hiristiyanlara verilen din’in aslinda Islam dini oldugunu, onlara gönderilen peygamberlerin hep müslüman peygamberler oldugunu, onlara verilen Kitab’larin (Tevrat’in ve Incil’in) asli Tanri nezdinde bulunan ve Kur’an’in dahi kaynaklandigi ana kitap’tan çiktigini anlatir.
Ancak daha önceki peygamberlerin sadece kendi kavimlerine gönderildiklerini, kendisinin ise bütün kavimlere gönderildigini anlatir: “Benden evvel her Nebi, hassaten kendi kavmine ba’s olunurken ben umum-i nasa ba’s oldum” der 449 ve Kur’an’a: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik…” (K. 21 Enbiya 107) seklinde ayet’ler koyar.
Tanri’nin diger peygamberlerle ahidlestigini ve onlara kendisi’nin peygamber olarak gönderilecegini bildirdigini ve kavimlerini bu fikre alistirmalarini onlardan istedigini söyler (K. 3 Maide 81). Buna dayanarak Yahudilerin ve Hiristiyanlarin kendisini peygamber olarak benimsemelerini ister. Kendisine verilen Kur’an’in, daha evvel Yahudilere ve Hiristiyanlara gönderilen Kitab’lari (Incil’i ve Tevrat’i) dogruladigini ekler (K. 6 En’am 92).
Bunu yaparken kendisinin tüm insanliga gönderildigine ve Islam’dan gayri gerçek din bulunmadigina dair koydugu hükümleri pekistirir. Bu arada Incil ve Tevrat’dan alintilar yaparak Yahudilerin ve Hiristiyanlarin dinsel geleneklerini de Islam’a katar (ki bunlar arasinda oruç tutulmasi, ezan okunmasi, kurban bayrami vs…gibi seyler vardir). Katarken de bunlarin aslinda Islam’a ait seyler oldugunu ve çünkü Tevrat ve Incil’in Islami esaslari kapsar sekilde verildigini bildirir (K. 6 En’am 92).
Bunlari yaparken Yahudileri hosnud etmek ve kendisine çekmek için Kible’yi Mescid-i Aksa (Kudus) yönüne çevirir ve namazi bu yönde kildirtmaga baslar (K. 2 Bakara 145). Onlarin oruç usulunü benimsemek üzere “Asure orucu” uygular (ki bu bir geceden öbür geceye oruç tutma usulüdür), ya da onlarin giyim tarzini ve saç birakma usullerini benimser ya da bu dogrultuda olmak üzere bir çok hükümler koyar.
Ancak ne var ki bütün bu cabalarina ragmen Yahudileri ve Hiristiyanlari müslüman yapamayacagini anlayinca, bu sefer onlara karsi husumet siyasetine geçer. Onlari hosnud etmek için benimsedigi çogu uygulamalardan vazgeçer ve örnegin Kible yönünü Mescid-i Aksa’dan (Kudus’ten) Mescid’i Haram’a (yani Mekke’deki Ka’be’ye) çevirir. Evvelce “Asure orucu” usulünü uygularken, bu kez bunu “Ramazan orucu” sekline sokar; yani Ramazan ayi boyunca uygulanan ve sadece gündüzleri yemek yemeyi haram sayan bir usule dönüstürür. Onlarin giyim ve kusam sekline yer vermis iken bu kez bundan vazgeçer ve örnegin: “Yahudiler ve Hiristiyanlar saçlarini boyamazlar, siz onlara muhalefet ediniz (kina ile boyayiniz) ” diye emreder. Bütün bunlardan gayri bir de onlara karsi cihad yolunu seçer ve örnegin Tevbe Suresi’ne koydugu 29cu ayet ile onlari müslümanligi kabule çagirir. Müslümanligi kabul etmedikleri taktirde (bunun cezasi olmak üzere) “cizye” (kafa parasi) ödemege ve eger bu iki siktan hiç birini yapmayacak olurlarsa öldürülmege mahkum eder (K. 9 Tevbe 29).
Daha baska bir deyimle Islam disindaki insanlari “müsrikler” (ilah’lara tapanlar) ve “kitab ehli” olanlar (yani kendilerine Kitap verilmis olanlar) diye ikiye ayirmis ve kendisini,bütün insanlari Islam’a sokmakla görevli kilinmis olarak tanimlamistir. “Müsrikler” müslümanligi kabul etmedikleri taktirde öldürüleceklerdir. “Kitablilar” (yani Yahudiler, Hiristiyanlar, vs…) ise ya Islam’a girecekler, girmedikleri taktirde “cizye” vereceklerdir. Bu iki siktan birini seçmedikleri taktirde öldürüleceklerdir
Ve iste Muhammed’in “bütün insanlara gönderilmis oldugu” hikayesinin en kisa özeti budur.
Fakat her ne olursa olsun sunu tekrar belirtmek gerekir ki kendisini bütün insanlara gönderilmis “evrensel bir peygamber” gibi gösterirken dahi Islam dinini, genellikle Arap’in özelliklerini, niteliklerini ve geleneklerini göz önünde tutarak düzenlemekten geri kalmamistir. Bunu yaparken de Arap’lari Islam’in en “üstün”, en “asil”, en “degerli” kavmi olarak tanitmis, kendi mensup bulundugu kabileyi de Arap kavmi’nin en üstünü olarak göstermistir. Bu konuda söyledikleri arasinda sunlar vardir:
“Insanligin en mükemmel sinifi Araplardir. Arap’larin en mükemmeli Kureyslilerdir; Kureyslilerin en mükemmeli de Beni Hasim’dir”;
“Araplara hakaret eden, Arap hakkinda kötü konusan, Arap’i asagilatan kisi müsrik sayilir, zira Arap’lari küçültmek Islam’i küçültmek demektir”;
“Araplari sevmek su üç nedenle sarttir: çünkü ben bir Arap’im, çünkü Kur’an Arapça inmistir , çünkü cennet sakinleri Arapça konusur” 450.
Buna benzer verilere dayanaraktir ki daha sonraki Arap halifeleri (örnegin Halife Ömer) Arap’lari Islam’in “bel kemigi” saymislar ve Arap kabilelerini Arap olmiyanlara karsi daima üstün tutmuslardir.
Öte yandan Islam’in esas itibariyle Arap dini olduguna, Arap’in kendi geleneklerine ve inançlarina dayali bulunduguna kanit hususlar çoktur; hem de basli basina bir kitap konusu olacak kadar çoktur. Kisaca fikir edinmek için bunlardan bir iki örnek vermekle yetinelim:
Hacc ve Umre denen sey Islam öncesi bir Arap gelenegidir ki Islam’in temel direklerini olusturur. Örnegin Mekke’deki “Safa” ve “Merve” tepeleri arasinda kosarak Ka’be’yi tavaf etmek, eski bir Arap gelenegidir. Ka’be’deki “Hacer-i Esved” ile “al-Hacer al-as’ad” adli taslarin kutsalligi eski Araplarin geleneklerindendir. Ka’be’yi tavaf edenlerin seytanlari taslamalari yine eski Arap geleneklerindendir. Islam öncesi dönemdeki putperest Araplarin benimsedikleri bu geleneklerin hepsini Muhammed, Islami uygulama haline sokmustur. Örnegin Bakara Suresi’ne koydugu 158ci ayet söyledir: “Süphesiz ‘Safa’ ile ‘Merve’ Allah’in nisanelerindendir. Kim Ka’be’yi hacceder veya umre yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis yoktur…” (K. 2 Bakara 158) .
Yine bunun gibi Arafat’dan inisde “Müzdelife” denen mevkide durup Tanri’yi anmak eski Arap putperestlerinin bagli bulunduklari geleneklerdendi. Muhammed bu gelenegi Bakara Suresi’nin 198ci ayet’i ile Islam’a mal etmistir. Ayet söyle: “…Arafat’tan indiginizde, Allah’i Mes’ar-i Haram olan Müzdelife’de anin…” (K. 2 Bakara 198).
Islam’dan önceki dönemde haccetmek Mekke’de degil fakat o civarda bulunan Mina’da sona erermis. “Camrat al-Akabe” denilen yerden Arap’lar seytanlari taslarlarmis. Muhammed bu eski Arap gelenegini kaldirmamis fakat sürdürmüstür. Burasi güya Ibrahim’in çocugunu kurban etmek istedigi yerdir diye kurban kesiminin de burada yapilmasini emretmistir (K. 37 Saffat 101 ve d.).
Islam öncesi “putperestlik” döneminde Ka’be’yi ziyaret eden hacilar Mina’da bulunduklari sirada Mekke’nin sahibi ve Ka’be’nin bekçisi olan Kureysli’ler onlara yemek verirlermis. Bu gelenegi de Muhammed Islam gelenegi olarak sürdürmüstür 451.
Putperestlik döneminin pek çok geleneklerini kaldirdigi halde bu yukardakileri kaldirmayisinin nedenini din adamlari pek açiklamazlar. Fakat anlasilan o’dur ki Arap’larin büyük bir inançla baglandiklari bu gelenekleri kaldirmak isine gelmemistir. Muhtemelen kendisi de çocuklugundan beri bu geleneklere asina oldugundan bunlari terketmek istememistir.
Öte yandan “hile” (hud’a) ve “yalan” konusunda Arap’larin eskiden beri uyguladiklari çogu gelenekleri de sürdürmekten geri kalmamistir. Arap tarihi uzmanlarinin açiklamalarina göre “hile” (hud’a) ve “yalan” eski dönemlerden beri Arap karakterinin çöl kosullarindan dogma özelliklerindendir. Arap bedevisi’nin “ideal” yasaminin hayvan yetistirmek, avcilik , akincilik ve talan etmek, deve çalmak, zengin kervanlara gizlice saldirip ganimet almak, kadin ve çocuk kaçirmak ve bunlari satarak (ya da fidye karsiligi olarak) para kazanmak, ve bu isleri yaparken kisas yolu açik kalmasin diye kan dökmekten kaçinmak (çünkü kan dökecek olursa karsi tarafin intikam almak için kendisine karsi ayni yola basvuracagini bilir) oldugu Arap kaynaklarinca ortaya vurulan gerçeklerdendir.
Söylemeye gerek yoktur ki bütün bu isler tilki kurnazligi ile ya da seytana tas çikartacak hile usulleriyle yapilmak gerekir. Bundan dolayidir ki Islam’in ortaya çikisinda putperest Arap’lardan bir çogu, gönül rizasiyle müslüman olmadiklari için, Islam’in kosullarini içten bir duygu ile yerine getirmeyip hile yoluna saparak “yerine getiriyormus” gibi görünürlerdi. Örnegin namaz kilarken istemeye istemeye kilarlar, ya da belli etmeden namaz usullerine aykiri davranirlardi. Bunu bildigi içindir ki Muhammed, Arap’in “hud’a” (hile) yapma gelenegini ayni yoldan karsilama geregini öngörmüstür. Kur’an’in Nisa Suresi’ne koydugu 142.ci ayet bunun kanitlarindandir. Bu ayet’de, münafiklarin (yani distan müslüman görünenlerin) namaza tembel tembel kalktiklari, dindar görünerek insanlara gösteris yaptiklari ve böylece Tanri’yi aldatmak için hile yoluna saptiklari (yani “hud’a” yaptiklari) ve Tanri’nin da onlara karsi “hud’a” yaptigi yazilidir 452. Ayet’in asli söyle: “Dogrusu münafiklar (distan müslüman görünen kafirler) Allah’a karsi hile (hud’a) yaparlar. Tanri’da onlara karsi (hud’a) yapar. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteris yaparlar… Allah’i pek az anarlar…” (K. 4 Nisa 142).
Görülüyor ki ayet’e göre Tanri, ” hud’a” (hile) yapan bu Arap’lara karsi “hud’a” ile karsilik vermeyi, onlarla bu sekilde basa çikmayi seçmistir. Ancak ne var ki Tanri’yi “hud’a” (hile) yapiyormus gibi göstermek din adaminin isine pek gelmez 453. Bu nedenle “hud’a” (hile) sözcügünü farkli sekle sokarak ayet’in ilk tümcesini su sekilde Türkçe’ye çevirirler: “Dogrusu munafiklar Allah’i aldatmaga çalisirlar, oysa O, onlara aldatmanin ne oldugunu gösterecektir…” (K. 4 Nisa 142)
Yine din adaminin bildirmesine göre Muhammed, kafirlerle savasirken hile yollarina basvurulmasini emretmis ve örnegin “Harb hud’a’dir” demistir 454; derken de kuskusuz eski Arap geleneginde savasin “hud’a” (hile) olarak belirlendigini hesap etmistir.
Öte yandan anlasilan o’dur ki Muhammed, Yahudilerden ve Hiristiyanlardan aldigi gelenekleri bile Arap bedevisi’nin yasamlarini ve çöl kosullarini göz önünde tutarak ayarlamistir. Bu konuda bir fikir edinebilmek için nice örneklerden biri olarak ezan okunmasi ile ilgili uygulamayi kisaca inceleyelim:
Ezan esas itibariyle “i’lam” demek olup sözlük anlamda namaza çagirmanin karsiligi olarak kullanilir. Medine’ye hicret ettigi tarihe gelinceye kadar Muhammed, namaz vaktini haber vermek üzere sokaklara adam çikartir ve onlari “Buyurun namaza, buyurun namaza” diye bagirtirdi. Fakat Medine’de bazi kisiler Muhammed’e basvurarak bu usulü begenmediklerini bildirirler ve degistirilmesini isterler. Kimisi Hiristiyanlarin yaptiklari gibi çan (naküs) çaldirarak, kimisi Yahudilerin yaptiklari gibi boru öttürerek kimisi de yüksek bir yerde ates yaktirarak bu isin görülmesi için teklifte bulunur. Fakat bu tekliflere pek itibar edilmez. Bu arada Abdullah b. Zeyd adinda biri rü’yasi’nda ezan okundugunu gördügünü söyler. Muhammed bunu uygun buldugu için sesi hem güzel ve hem de “yüksek” bir kimse olan Bilal’e ezan okumasini emreder. O tarihten bu yana namaza davet için uygulanan usul bu olur.
Fakat Islam kaynaklarindan naklen din adami’ndan ögrenmekteyiz ki, bu usul’ü yerlestirirken Muhammed, Arap’larin çöl’de yasadiklarini ve daginik yerlerde davar beslediklerini göz önünde tutmus ve çok sayida namaza gelmeleri için namazin, uzak mesafelerden isitilmesini saglayacak sekilde, çok yüksek sesle okunmasini istemistir. Bu nedenledir ki de söyle demistir: “Namaza nida edildigi vakit seytan, ezani isitmemek için (yahud ezan sesini duymiyacak yere kadar, yahud duymayayim diye) yüz-geri (kemali telas ile) yellene yellene kaçar. Nida bitince, (vesvese etmek üzere döner) gelir. Namaz için tesvib (yani ikamet) edilince (yine evvelki gibi) yüz-geri edip kaçar. Tesvib de bitince yine (vesvese için) gelip insan ile nefsi arasina sokulur. -Falan seyi hatirla, falan seyi hatirla- diyerek (namazdan evvel insanin) hiçte aklinda olmiyan seyleri yadettirir (durur). Ta (ki insan) kaç rekat kildigini bilmez oluncaya kadar (kendisiyle) ugrasir” 455.
Bu konu ile ilgili olarak din adami’nin bellettigi bir baska hadis söyle: “(Ezan okundugunda) seytan geri geri gidip uzaklasir. Ve zart (zurat) diye sesli yellenerek gider. Ezan sesini isitemeyecegi yere degin uzaklasir…” 456.
Görülüyor ki ezan’in yüksek sesle okunmasi çöl kosullarinin gerektirdigi bir seydir ki Muhammed bunu, yine çöl bedevisinin anlayabilmesi için yukardaki sekilde seytan kaçirtma hikayesi ile açiklamistir.
Öte yandan Muhammed, Cin’ler konusundaki eski Arap inanislarini da Islam’in sorunlarindan kilmis ve örnegin Kur’an’in çesitli Sure’lerine serpistirdigi çesitli ayet’ler yaninda bir de Cin’lerle ilgili olarak basli basina bir Sure koymustur ki Cin Suresi adini tasir. Ve bu Sure’nin 6.ci ayet’inde söyle yazilidir: “Gerçekten bir takim insanlar, cinlerin bir takimina siginirlardi da onlarin azginliklarini arttirirlardi…” (K. 72 Cin 6).
Burada sözü geçen “insanlar” sözcügü Arap’lari kapsar. Beyzevi ve Celaleddin gibi kaynaklarin bildirmesine göre o dönemde Araplar, geceleyin çölde giderlerken baslarina bela gelmesin diye cin’lerin basi olana sigindiklarini belli ederler ve söyle derlermis: “Ben kendimi bu bölgenin hakimi olan Cin’e emanet ederim; o kendi ümmeti içindeki kötülerden beni korur”. Yukardaki ayet Arap bedevisini, Cinler yerine Tanri’ya sigindirmak için konuyor; maksat bu yoldan onu “Tanri elçisi’ne”, yani Muhammed’e boyun egdirtmektir.
Kur’an’da yer alan masal’lar ve hikayeler konusunda da durum budur. Her ne kadar Kur’an’daki masallarin bir çogu Tevrat’dan ya da Hiristiyan kaynaklardan alinma olmakla beraber pek çogu da Arap kaynaklidir. Örnegin “Fil Suresi”, Arabistan’in kaderi ile ilgili bir Arap masalindan ibartettir. 5 ayet’den olusan bu Sure Milad’in 500 yilinda Yemen’in, “Ebrehe” adindaki bir Habes kumandaninin istilasindan güya Tanri tarafindan kurtarilmasini hikaye eder.
“Istinca” ederken (yani def-i hacet’ten sonra temizlenirken) tas ya da kerpiç kullanmak ya da yemek yedikten sonra parmaklari yalamak ya da baskasina yalatmak vs… hep eski Arap geleneklerindendir ki Islam’in uygulamalari arasina alinmistir. Örnegin yemekten sonra parmaklarin yalanmasi ve yalatilmasi konusunda Muhammed söyle emretmistir: “Sizden biriniz yemek yedigi zaman yemek yedigi parmaklarini yalamadikça, yahud (ailesinden birisine) yalatip temizlemedikçe bir bezle silmesin” (Sahih-i… Cilt XI, sh. 394. Hadis no. 1864) 457.
Hemen ekleyelim ki parmak yalamak temizligi saglamak için degil fakat yalanan sey’in, yenen yemegin bir “cüz’ü” olmasindandir 458. Çünkü Arap bedevisi yoksulluk ve susuzluk içinde yasardi; ateste pismis yemek yüzü pek görmezdi. Çogu zaman arpa kavutu, hurma, süt gibi seyler yerdi. Bunlar ele bulasmayan yiyeceklerdendi. Pek nadiren pismis et yemegi yedigi zaman et yemeginin parmaklarindaki bulasigini yalar ya da devesine yalatirdi. Böylece yemis oldugu yemegin son kalintilarindan da yararlanmis olurdu. Yukardaki hadis hükmünü Muhammed, bu Arap gelenegi geregince koymustur. Böylece parmak yalamayi ve yalatmayi Islami bir gelenek haline getirmistir.
Söylemeye gerek yoktur ki bu Arap geleneginin pek imrenilecek bir yönü yoktur. Buna ragmen bizim din adamlarimiz bu gelenegi olumsuz bulmazlar; aksine savunurlar. Savunmak üzere de “Bal tutan parmagini yalar” felsefesine sarilirlar ve söyle derler: “Bal tutan parmagin yalanmasi ayiplanmayip da yemek yenilen parmaklarin o devrin içtimai hayat ve zarureti üzerine yalanmasi neden müstekreh addolunsun?” 459. Her ne kadar günümüzde yemekten önce ve sonra ellerin suyla yikanmasi gerektigini bildirmekle beraber “müstekreh” bulmadiklari bu Arap gelenegini Islam’in Kur’an olmayarak öngördügü bir kural olarak insanlarimiza belletirler. Belletirken de, yemek yedikten sonra parmaklarin yalanmadan ya da aile’den birisine yalatilmadan bir bezle silinmemesini, seriat emri olarak bildirirler.
Din adami’nin insanlarimiza bellettikleri diger bir Arap gelenegi de “toplu halde” ya da “ayri ayri” yemek yeme tarzidir ki Kur’an’in Nur Suresi’nde söyle dile getirilmistir: “…Toplu halde veya ayri ayri yemenizde de bir sakinca yoktur” (K. 24 nur 61). Beyzevi ve Celaleddin gibi Kur’an yorumcularindan ögrenmekteyiz ki bu hükmü Muhammed, bazi Arap asiretlerinde tek basina yemek yemenin sakincali oldugu hususundaki inançlarina yer vermek maksadiyle Kur’an’a koymustur 460.
Fakat su muhakkak ki din adamlarimizin asil büyük günahi insanlarimizi, akilciliktan uzaklastirmak bakimindan oldugu kadar kadina bakis açisini saptirmak bakimindan da Araplastirmak olmustur. Vaktiyle kadini özgür bilen, çarsafa tikmayi ya da erkekten kaçirmayi düsünmeyen ve Dede Korkut’un deyimiyle: “Eve bir konuk gelse, er adam evde olmasa, ol ani yedirir, içirir, agirlar, azizler gönderir” diye güvenceyle yücelten Türk insanini, kadina tipki Arap gibi hor gözle bakan bir yaratik yapmislardir.
Ve evet din adamlarimiz bu toplumu, yukarda bazi örneklerle belirttigimiz gibi, Islam’in Arap’a özgü özelliklerine özendirerek ve ayni zamanda Arap irki’nin üstünlügü fikrine yönelterek yetistirmeyi “dinsel” bir görev bilmislerdir; hala da öyle bilirler; tipki Araplar gibi, seytanlari taslatmayi ya da cinlerle ugrastirmayi “inanç” nedeni kilarlar. Arap kavmi’nin Islam’in belkemigi oldugunu anlatirken Türk irki’nin Islam öncesi dönemde “vahset” halinde yasadigi yalanlarini söylemeyi dindarlik sanirlar. Kur’an’i Türkçe’ye çevritmeyip Arapça aslindan okutmayi Tanri emrine uymak sayarlar. Ezani Arapca olarak okutmayi, okuturken de insanlari yataktan firlatircasina ya da hasta yaparcasina yüksek sesle okutmayi müslümanligin geregi yaparlar. Ve en kötüsü, insanlarimizi seriat hurafeleri ve Arap masallariyle yetistirmeyi, ve daha dogrusu akilciktan ve düsünme gücünden yoksun birer yaratik haline getirmeyi ma’rifet sanirlar.
III) Kur’an’i Arapça okutma konusunda din adami’nin kurnazligi!
Din adami’nin insanlarimiza bellettigi o’dur ki Tanri her ümmet’e (millet’e, toplum’a) kendi içinden peygamberler seçmis ve kendilerinin anlayacagi dil’den Kitab’lar vermistir. Çünkü istemistir gönderdigi buyruklar anlasilsin: anlasilsin da bu toplumlar dogru yola gelsinler. Bunun böyle oldugunu anlatmak maksadiyle de güya söyle konusmustur: “Her ümmetin bir peygamberi vardir…” (K. 10 Yunus 47); “Kendilerine apacik anlatabilsin diye her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik” (K. Ibrahim 4). Bu dogrultuda olmak üzere önce Yahudilere Musa araciligiyle Tevrat’i ve Davud araciligiyle Zebur’u indirmis, sonra Isa’ya Incil’i vermis en sonra da Arap’lar içerisinden Muhammed’i peygamber olarak seçmis ve ona, kendi milleti’nin anlayacagi Arapça dilinden Kur’an’i vermistir. Ve güya bu kitaplar, Tanri’nin nezdinde bulunan “Levh-i Mahfuz” dan kaynaklanmislardir [“Levh-i Mahfuz”, adi yerine “Ana Kitab”, “Mahfuz Levha”, “Ümmü’l-Kitab” deyimleri de kullanilir. Kur’an’da söyle yazili: “Ey Muhammed! Dogrusu sana vahyedilen bu Kitab, Levh-i Mahfuz’da sabit sanli bir Kur’an’dir” (K. Buruç 21-22; Ra’d 39) ]
Din adami’nin söyledigi sudur ki Tanri Kur’an’i “apaçik bir kitab” olarak ve “Arapça” dilinde göndermistir, çünkü istemistir ki okuyanlar onu anlasin. Bundan dolayidir ki: “Biz Kur’an’i anlayasiniz diye arapça okunmak üzere gönderdik” (K. Yusuf 2) demistir. Kitabin iyice anlasilmasini saglamak üzere özellikle Arapça indirildigini belirtmek için: “Ey Muhammed!, apaçik Arap diliyle uyaranlardan olman için (Ku’an’i) cebrail senin kalbine indirmistir” (K. 26 Suara 193-5) demis ve bu söyledigini pekistirmek için çesitli benzeri ayet’ler indirmistir (Bkz. Nahl,103; Taha 113; Ahkaf 12; Zuhruf 3; Sura 7; Fussilet 3, 44; Zümer 195).
Durum bu olunca akla gelen soru sudur: mademki Tanri, kendi buyruklarinin anlasilmasi için her ümmet’e kendi içlerinden peygamberler seçip onlara kendi anlayacaklari dilden “Kutsal” Kitab’lar vermek istemistir, ve örnegin Yahudilere Musa’yi ve onlarin dilinden Tevrat’i, ya da Arap’lara da Muhammed’i ve Arapça Kur’an’i vermistir, o halde neden acaba Türk milletine, ya da Acem milletine ya da daha önce kendilerine kitap verilmemis milletlere ayni seyi yapmamistir? Madem ki maksadi insanlari “dogru yola” sokmaktir ve bunu saglayabilmek için onlara kendi anlayacaklari dil ile hitab etmeyi gerekli bulmustur, o halde neden buyruklarini Türklere “Türkçe” olarak (ya da Acemlere Acemce olarak, vb…) bildirmemistir? Tanri Ibranca’dan ya da Arapça’dan baska dil bilmez mi ki böyle yapmistir?
Din adami’nin bu tür sorulara verebilecegi mantiki bir yanit yoktur; bu nedenle kandirma yoluna gidip sunu der: : “Peygamberler her zaman ve her yerde kendilerine en çok gereksinim duyulan yerlerde çikarlar. Bu gereksinim Araplarda duyuldugu için Muhammed onlarin arasindan seçilmistir. Fakat Muhammed sadece Arap’lara degil bütün insanlara gönderilmis bir peygamberdir ve onun ‘risaleti’ sadece Arap milletine degil fakat bütün milletlere yöneliktir. “.
Bu yanita karsi sunu söylemek mümkün: “Pek iyi ama peygamberlere gereksinim Arap’ toplumunda duyulur da, kendilerine kitab verilmeyen diger toplumlarda neden duyulmaz? Ve neden Tanri Yahudilere ve Hiristiyanlara daha önce elçiler ve kutsal kitaplar gönderir de diger toplumlara göndermez? Öte yandan Kur’an’da, bu kitabin Arap’lari ve hatta sadece ‘sehirlerin anasi’ (Mekke) halkini ve çevresindekileri uyarmak için gönderildigi yazili degil mi (K. En’am 92, Sura 7)? O halde nasil olurda butün insanlara gönderilmis sayilir?…”
Din adami’nin buna karsi basvuracagi kurnazlik Mekke’yi Islamiyetin “evrensel ruhani merkez”i olarak göstermek, Kur’an’in bütün insanlara gönderilmis olduguna dair ayet’leri sergilemektir, ki bunlardan biri söyledir: “Ey insanlar! Size Rabbi’niz tarafindan delil geldi, size apaçik bir isik”(kitap) indirdik” (K. Nisa 174) .
Oysa ki gerçek bu degildir; çünkü Muhammed, az önce degindigimiz gibi, ilk baslarda kendisini, sadece Arap’larin peygamberi olarak görmüs ve göstermistir. Aklinin kenarindan bütün insanlara gönderilmis oldugu fikri geçmemistir. Fakat zamanla (özellikle Medine’ye hicret ettikten sonra) çete saldirilari ve savaslar yolu ile paraca ve silahca güçlenmeye baslayinca diger toplumlari da egemenligi altina alma siyasetine yönelmistir.
Konu ayrica ele alinacak kadar genis nitelikte oldugu için burada fazla durmayacagiz. Fakat Muhammed’in ve Kur’an’in bütün insanlara gönderildigini bir an için kabul etsek bile bu faraziye Kur’an’in Arapça dilinde indirilmis olmasi sorununa çözüm saglamaz; aksine içinden çikilamaz bir durum yaratir. Çünkü Arapça dilinden yazilmis bir kitabin bütün insanlar tarafindan anlasilamayacagi asikardir. Buyruklarinin insanlar tarafindan apaçik bir sekilde anlasilmasini isteyen bir Tanri’nin, Arap’tan gayri toplumlara Arapca dilinden Kur’an göndermesi düsünülemez. Hele Tanri’nin Yahudilere kendi anlayacaklari dilden Kitab verdigi kabul ediliyorsa, baska milletlere (örnegin Türklere, Acem’lere, vb… ) bu usulü uygulamamasi elbetteki söz konusu edilemez.
Fakat her ne olursa olsun bizim din adamlarimizin degismez inanci sudur ki Kur’an Arapça olarak gönderilmistir ve Arapca okunmalidir. Bundan dolayidir ki Kur’an’in indirilisiyle ilgili ayet’leri genellikle “Arapça okunmak üzere” gönderilmis gibi gösterirler. Örnegin Yusuf Suresi’nin ilk iki ayet’ini söyle çevirmislerdir: “Biz (Kur’an’i), anlayasiniz diye Arapça okunmak üzere gönderdik” (K. Yusuf 1-2). Benzeri diger ayet’lerde de (örnegin Taha 113; Fussilet 3; Sura 7; Zuhruf 3) çevirinin böyle oldugu görülmekte. Konuyu derinlemesine inceleyen büyük dinbilgini Turan Dursun’un ortaya vurdugu gerçek sudur ki söz konusu çevirilerin “Arapça okunmak üzere gönderdik” seklinde degil fakat “Arapça Kur’an olarak gönderdik” seklinde yapilmasi gerekirdi, çünkü Kur’an’in Arapça aslinda bu tümce “Kur’an’en Arabiyye” dir 460 * . Bu sik seçilmis olsaydi Kur’an’in Türkçe’ye çevirisi “Kur’an” yerine geçebilir ve Türkçe çeviri ibadet için (örnegin namaz için ) yeterli görülebilirdi. Bu sayede insanlarimiz Kur’an’in içerigi ve hükümlerinin kapsami hakkinda fikir edinebilirler, bunlari akil kistasina vurup elestirebilirler ve muhtemelen gerçeklere giden yolun seriat degil fakat akilcilik oldugunu anlayabilirlerdi.
Ancak ne var ki din adamlarimiz hiç bir zaman bu firsati degerlendirme yoluna gitmemislerdir. Her ne kadar Ebu Hanife ve Abdullah Ibn Mes’ud gibi sayilari az da olsa bazi kaynaklar Kur’an cevirisi’nin namaz için yeterli oldugu görüsünde bulunmuslarsa da, din adamlarimiz bu olasiliga dahi yer vermemislerdir.
Bununla berabere “aydin” görüslü din adami (ya da din “bilgini!”) kiliginda görünmek isteyenler, akla ve mantiga ters ve fakat oldukça kurnaz bir çözüm yolu bulmuslardir ki o da Kur’an’i bazan Türkçe “mealinden” ve bazan da “Arapça aslindan” okutmaktir.
Bu görüs taraftarlarina göre eger bir kimse ibadet için ya da ölen kisinin ruhu için Kur’an okuyacaksa, Arapça aslindan okumalidir. Yok eger kendisi için okuyorsa Türkçe “mealinden” okumalidir ki anlayabilsin; çünkü anlamadan okumanin faydasi yoktur. Söyle derler: “Bir müslüman kendisi için Kur’an okuyorsa, anadilinde okur. Anlamadigi mesajin ona faydasi olmaz çünkü…” 460 ** .
Bunu derken, hani sanki Tanri’ya: “Kur’an’i Arapça gönderdin ama, bir Türk’e yabanci bir dille söylenir mi?” diyerek, farkinda olmadan, ders verir gibi bir tutum takinmisa benzerler. Daha dogrusu Tanri’yi, Arapça bilmeyen halklara Arapça Kur’an vererek anlayama yacaklari dilde mesaj göndermek, ya da bu halklari ille de Arapça ögrenmege zorlamak gibi suçlu bir durumda kilarlar. Su bakimdan ki Kur’an’da: biraz önce belirttigimiz gibi, “Kusku yok ki Biz,… anlayasiniz diye Kur’an’i Arap diliyle meydana getirdik” (K. Zuhruf 3); “Biz bu Kur’an’i yabanci bir dille ortaya koysaydik…-‘Bir Arap’a yabanci dille söylenir mi?-‘ derlerdi” seklinde ayet’ler vardir ki tartismaya müsait degildir.
Öte yandan Kur’an’in ibadet maksadiyle ya da ölen bir kisinin ruhu için okunmasi halinde mutlaka Arapça aslindan okunmasi gerektigi kanisindadirlar. Daha baska bir deyimle ibadet için ya da ölen birinin ruhu için okunan Kur’an’i anlamaga gerek olmadigi, çünkü anlamakla bir yarar saglanmayacagi kanisindadirlar.
Pek iyi ama anlamadan bir isi görmenin, hele ibadet etmenin, insan sahsiyetinin haysiyeti ve özgürlügü ile bagdasir bir yönü olabilir mi? Söyledigi seyin ne oldugunu bilmeden Tanri’ya dua eden, tapan bir insan Tanri’ya layik bir varlik sayilabilir mi?Böyle bir durumda kisi’nin papagandan farki olabilir mi? .Eger Tanri’yi “Yüce” bir “Yaratan” olarak kabul ediyor isek, hiç böyle bir Tanri, kendi yarattigi insanlarin bilinçsiz sekilde ve söylediklerinden habersiz olarak kendisine ibadet etmesini uygun bulabilir mi? Ibadet dedigimiz sey nedir ki? Tanri’ya yalvarmak, dilekte bulunmak, tapmak degil mi? Bu isler nasil yapilir? Genellikle sözle, degil mi? Söylediginin ne oldugunu bilmeden kisi Tanri’dan nasil dilekte bulunabilir; ona nasil sükran sunabilir?.
Görülüyor ki seriatçilarimiz ve din adamlarimiz, Kur’an’i ille de Arapça okutacagim diye akla ve mantiga meydan okurcasina insanlarimiza “Kur’an’i kendin için okuyacaksan, Türkçesinden oku” diye taviz verdikten sonra “Ibadet için okuyacaksan Arapçasindan okumalisin” diyerek kandirma pesindedirler. Her zaman tekrar ettigim gibi seriatçi’nin kendine özgü bir mantigi vardir ki akilci mantikla bagdasmaz. Türkiyemiz simdi akilciliga meydan okuyan bu kisilerin saldirisina ugramis, basina neler geleceginden habersiz beklemektedir.
Oysa ki baska dinlerin din adamlari, bundan yüzlerce yil önce Tanri’yi kendi toplumlarinin dili ile konusur göstermislerdir. Örnegin Almanya’da Luther’in yaptigi bu olmustur. Bu sayededir ki Alman dili’nin gelisip olusmasina , Alman miliyetçiliginin dogmasina vesile olmuslardir.