Home » Library » Modern Library » Ilhan Arsel Din Adamlari Bolum08

Ilhan Arsel Din Adamlari Bolum08


Din Adami Insanlarimizi “Dünyevi” (Akilci) Nitelikteki Ahlak Anlayisi Ile Degil Fakat “Uhrevi) (Dinsel) Nitelikteki Seriat Ahlaki Ile Yetistirir.


I) Din adami’nin elinde, hile, yalan, rüsvet ve benzeri eylemleri “günah” olmaktan çikarici ya da Islam’in hayrina olarak geçerli kilici seriat malzemesi bulunur ki müslüman kisilerin egitiminde is görür:

II) Din adami’nin elindeki seriat verileri yalan, zina, sirkat, katil vs… gibi “günah” eylemlerinde bulunanlari Cennet’e götürmege yararli olup kisi’yi sonu gelmez sekilde günah (suç) islemege vesile yaratir:

III) “Seriat Ahlakiligi”nin “Koruyucusu” Rolünde Görünen Din Adami, “Müstehcen” Sayilmak Gereken Seyleri dahi “Seriat Verileri” Olarak Insanlarimiza Belletmekten Geri Kalmaz.:


Din adami’nin seriat verilerine dayali olarak söylemesine göre insanlara verilenlerin en hayirlisi, en iyisi ve kiyamet gününde en agir gelecek olani “güzel ahlaktir”. Ahlaki en güzel olan kimse, en “hayirli” olan kimsedir 193. Bu gibi kimseler “yalan”, “hile”, “hirsizlik”, “rüsvet”, “katil” (öldürme) vb… gibi eylemlerden kaçinirlar, çünkü seriat dini, yine din adaminin açiklamasina göre, bu tür eylemleri “haram” ve “günah” saymistir.

Ancak ne var ki ibadet yollarina basvurmak suretiyle “haram” ve “günah” sayilan bu gibi eylemlerin kötü sonuçlarindan kurtulmak mümkün oldugu gibi Islam’in “hayrina” olmak kaydiyle bu tür eylemlere girismek caiz’dir. Örnegin “rüsvet” vermek ya da almak günah niteliginde bir sey sayilmakla beraber kisileri, para ve mal karsiliginda Islam’a sokmak ya da isindirmak “geçerli” ve “yararli” bir eylemdir, çünkü biraz ilerde görecegimiz gibi Kur’an’da zekat’larin: “… kalbleri müslümanliga isindirilacaklara (verilecegi) ” (K. 9 Tevbe 60) yazilidir ve yine din adami’nin söylemesine göre Islam’in daha ilk anlarindan itibaren pek çok kimseleri bu yoldan Islam’a kazandirmak dogal sayilmistir. Yine bunun gibi “yalan”, “hile” (hud’a) ya da benzeri usullerin de ayni amaçla kullanildigina tanik olmaktayiz.

Her seyden önce sunu belirtmek gerekir ki yüzyillar boyunca ve bugüne degin halk yiginlarina belletilen bu ahlak anlayisi “dinsel” deger ölçülerine dayali olup “akilci” ahlak anlayisina ters nitelik tasir ve çagcil uygarliga yatkin olmaktan uzaktir. Su bakimdan ki dayanagi “akil” ögesi degil fakat “iman” dir; “iman” ise “Tanri’ya, O’nun meleklerine, O’nun Kitabi’na, Peygamberi’ne, Kiyamet gününe… inanmaktir” 194. Daha baska bir deyimle seriat anlayisina göre ahlakin “en güzelini” saglamanin yolu Tanri yolunda olmak, Kur’an’a uymak ve Muhammed örnegini izlemektir. Din adami’nin belletmesine göre Tanri “peygamberi’nin” üstün bir ahlaka sahib bulundugunu, ahlakiligin temsilcisi oldugunu ve onun özellikle örnek alinmasi gerektigini bildirmis ve: “Ey inananlar! Andolsun ki sizin için Allah ve Ahiret gününe kavusmayi umanlar ve Allah’i çok seven kimseler için Resulullah en güzel örnektir” (K. Ahzab 21) seklinde ayet’ler göndermistir (Ayrica bkz. Kalem 1-7; Tevbe 128)..

Daha baska bir deyimle din adami’nin bellettigi ahlak anlayisina göre “Islam” demek hem “iman” ve hem de “ahlak” demektir. Ve Islami ahlak kaynagini ve geçerliligini (mesruiyetini) “uhreviyet’ten” alan bir ahlaktir; bunun disinda da gerçek ahlak diye bir sey yoktur.

Oysa ki ahlakiligin bir de akilciliga dayali olan sekli vardir ki çogu zaman Islami ahlak ile çatisir. Örnegin “kölelik”, ya da “Hülle” ya da “kadina dayak”, ya da farkli din ve inançta olanlara (“müsriklere”, “mürtedlere”, “kafirlere” vb…) karsi savas, ya da kisileri müslüman kilmak için maddi çikarlar saglama usulleri, vb… seriat’in öngördügü ve “Tanrisal” bildigi seylerdir; fakat akilci ahlak’la bagdasmayan seylerdir.

Kisaca animsatalim ki Islam’a göre kölelik, Tanrisal, yani dogal bir kurulustur ve Tanri köle olan ile olmayan arasinda esitsizlik yaratmistir. Kur’an’da söyle yazilidir: “Allah hiçbir seye gücü yetmeyen ve baskasinin mali olan bir köle ile kendisine verdigimiz güzel nimetlerden…. sarfeden kimseyi misal gösterir. Hiç bunlar esit olur mu?…” (K. 16 Nahl 75).

Bundan dolayidir ki Muhammed, her ne kadar köle azadlama usullerinden söz etmekle beraber, yasami boyunca köle edinmis, köle satin almis ya da satmis, baskalarinin da bu sekilde davranmalarini uygun bulmustur. Eger köleligi ahlakilige aykiri bulmus olsa idi, daha ilk anlardan itibaren yasaklar ve kendi kölelerini tüm olarak azad ederek baskalarina örnek olurdu: nasil ki hirsizligi ahlakilige aykiri bulup kesin olarak yasakladi ise.

Köleligi yasaklamadigi içindir ki bin dört yüz yil boyunca (yirminci yüzyila gelinceye dek) tüm Islam ülkelerinde kölelik ahlakilige ters görülmemis, aksine “dogal” bir kurulus olarak is görmüstür: esir pazarlarinda insanlar “köle” olarak alinip satilmislardir.

Oysa ki akilci ahlak, köleligi Tanri yapisi degil fakat insan yapisi bir kurulus olarak görmüs ve insan sahsiyetinin haysiyetiyle bagdastirmadigi için yasaklamistir.

Yine bunun gibi Hülle, Seriat dinine göre ahlakilige ters düsmeyen bir uygulamadir. Kocasi tarafindan “üç talak” ile bos edilen bir kadinin kocasina dönebilmesi için baska bir erkekle evlenmesi, onunla mutlaka cinsi münasebette bulunmasi, sonra ondan ayrilip kocasiyle yeniden evlenmesi gerekir (K. Bakara 229-230) 195. Oysa ki akilci ahlak böyle bir uygulamaya karsidir; kocasi tarafindan, hem de de çogu kez haksiz yere, bos edilen bir kadinin, baska bir erkekle cinsi münasebet zorunlugunda birakilmasina cevaz vermez.

Kadina dayak, çesitli nedenlere dayali olarak seriat’in öngördügü bir kurulustur ki (örnegin K. Nisa 34) akilci ahlak anlayisiyle bagdasmaz.

Farkli din ve inançtadirlar diye “müsrik’lerin” (ilah’lara tapanlarin) ya da “mürted’lerin” (Islam’dan çikanlarin) öldürülmeleri, Seriat’in öngördügü seylerdendir (K. Tevbe 5, vs…). “Kitab ehli” diye tanimlananlara (örnegin Hiristiyanlara, Yahudilere, vs…) karsi, Islam’i kabul etmelerine kadar savas açilmasi, etmedikleri takdirde ceza olarak “cizye” (kafa parasi) vermege zorlanmalari, bunu da yapmadiklari takdirde öldürülmeleri, seriat hükmü olarak ortadadir (K. Tevbe 29). Diyanet Isleri Baskanligi’nin din adamlari araciligiyle insanlarimiza bellettigine göre “cizye” (yani “kafa parasi) Yahudilerin ve Hiristiyanlarin, Islam’i kabul etmemelerinin cezasi olmak üzere ödemek zorunlugunda birakildiklari bir bedeldir. Baskanligin söylemesi söyle: ” Cizye (ehl-i kitab’dan müslüman olmiyanlarin) Müslümanliktan imtinalarinin cezasidir” 196.

Oysa ki akilci ahlak anlayisina göre bir kimse’nin farkli inançta olmak nedeniyle öldürülmesi ya da “kafa parasi” ödemege zorlanmasi ya da baska sekilde cezalandirilmasi caiz degildir.

Bu yukardakilere benzer daha nice örneklerin ortaya vurdugu gerçek sudur ki din adami’nin insanlarimiza bellettigi seriat ahlaki ile çagcil zihniyetin izledigi akilci ahlak birbirlerine zit seylerdir.

Öte yandan, yine din adami’nin ögrettiklerinden anlamaktayiz ki Islam, kendi deger ölçülerine göre “günah” (haram, suç) saydigi eylemleri (örnegin zina, hirsizlik-sirkat, yalancilik, rüsvetcilik vb… gibi eylemleri) bir takim yollarla cezai sonuç yaratabilir durumlardan çikarabilmekte ya da Islam’in hayrina olmak üzere bunlari onaylayabilmektedir. Örnegin zina ya da hirsizlik yapan kisi, ibadet etmek, kaza ve kefaret orucu tutmak, ya da kurban kesmek, ya da köle azad etmek ya da Tanri’ya ve Muhammed’e bagli kalmak, vb…suretiyle “günah” döküp Cennet bahçelerine girme olasiligina sahiptir. Öte yandan kisileri, müslümanliga sokmak ya da isindirabilmek için rüsvet yoluna gitmekte ya da din ugruna yalan söylemekte sakinca yoktur.

Oysa ki bütün bunlar akilci ahlak anlayisinin onaylamadigi seylerdir. Hemen ekleyelim ki seriat verilerinin “akilci” ahlaka ters düstüklerini söylemek ya da hatta düsünmek dahi, din adami’nin gözünde, dinsizlik (suç) sayilir. Bundan dolayidir ki Islam dünyasinin yetistirdigi en ünlü bilginler ve düsünürler (örnegin Farabi, Ibn-i Sina, Ibn- Rüst, vs) dahi dinsel ahlaki akilci ahlak anlayisindan ayirmak ve ikinciyi birinciye üstün kilip rehber yapmak fikrine yönelememislerdir. Din adina girisilen savaslari (Cihad’i), öldürmeleri, ganimet edinmeleri, köleligi ve benzeri seyleri elestirmek ve yermek söyle dursun ve fakat genellikle yüceltmislerdir. Oysa ki Bati’da, hem de Orta Çag karanliklarinda, ahlak’in temeli din iken ve ahlak normlarini dinsel verilere oturtmak gerekirken aydin kisiler (ki aralarinda din adamlari dahi yer almisti) akil verilerine dayali ahlak anlayisini yerlestirme caba’larina yönelmislerdir. Erasmus ya da Spinoza ya da Rahib Postel gibi nice isimleri siralamak kolay.

Islam dünyasinda ise “Tanri ve peygamber” emirleridir diye bilinen hükümlerle belirlenen ahlak anlayisi disina çikilamadigi için akilci ahlak arayisi söz konusu olmamistir. Daha baska bir deyimle islam’da “ahlak” denilen sey, din’den ayri kilinamadigi içindir ki müslüman halklar akilci ve çagcil ahlak anlayisina erisememislerdir. Bu toplumlar içerisinde seriat’a en fazla sapli görünenler, akilci ahlak yönünden en geri olanlar olmustur.

Bundan dolayidir ki günümüzde uygar dünya’ya ayak uydurmaga çalisan islam ülkeleri, kendi iç yasamlari içerisinde hala çag disi ahlak verilerine saplidirlar. Uluslar arasi andlasmalarla benimser göründükleri ahlak kurallarina ters davranislar içerisinde bocalarlar.

Bu ülkelerden biri de bizim kendi ülkemizdir. Atatürk sayesinde akilci ahlak yoluna girmis insanlarimiz bugün din adami’nin elinde, seriat ahlakiligine sürüklenmektedirler.

I) Din adami’nin elinde, hile, yalan, rüsvet ve benzeri eylemleri “günah” olmaktan çikarici ya da Islam’in hayrina olarak geçerli kilici seriat malzemesi bulunur ki müslüman kisilerin egitiminde is görür:

Din adami’nin belletmesine göre hile, yalan ve rüsvet vb… gibi eylemler, “haram” ve “günah” sayilmak gereken seyler olmakla beraber bu eylemlerde bulunan müslüman kisileri günahlardan arimak, Cennet mukafatina kavusturmak, ya da bu eylemleri Islam’in hayrina olmak üzere geçerli kilmak, örnegin rüsvet yolu ile kisileri müslümanlikta tutmak ahlakilige ters düsmez. Bunun böyle oldugunu anlatmak üzere din adami, hem seriat verilerinden ve hem de “peygamberlerin” davranislarindan örnekler verir. Kisaca fikir edinmek üzere bunlardan sadece bir ikisine göz atalim.

Ilk olarak Sair Ka’b Ibn-i Esref’in öldürtülmesiyle ilgili olayi ele alalim. Ilerde tekrar bu olaya dönmek gerekmekle beraber kisaca belirtelim ki din adami’nin Islam kaynaklarindan naklen bildirdigine göre Muhammed, hicret’in üçüncü yilinda Ka’b Ibn-i Esref adindaki bir sair’i öldürtmek ister. Çünkü bu sair onu siirleriyle hicvederken ayni zamanda düsmanlarina karsi güç durumlara sokmaktadir. Ka’b’tan kurtulmak için: “Beni bu adam’dan kim kurtarirsa Cennet’e gidecektir” diye gönüllü aramaga baslar; bu isi yapmaga hazir Muhammed Ibn-i Mesleme adinda birini bulur. Ibn-i Mesleme bu cinayeti islemege hazir oldugunu ve fakat isleyebilmek için bir takim hile ve yalan yollarina basvurmak gerektigini Muhammed’e bildirir ve bunu yapabilmek için ondan onay (izin) ister. Muhammed kendisine “Ne istersen söyle (ve yap)” diyerek bu izni verir. Bunun üzerine Ibn-i Mesleme, arkadaslariyle birlikte Ka’b’in evine gelir ve olmadik yalanlarla onu evinden disariya çikartir ve yine olmadik hilelerle onu kiliçtan geçirip kafasini keser. Kesik kafa’yi bir torbaya ko yarak Muhammed’e getirir ve Ka’b’i hile ve yalan usulleriyle nasil öldürdügünü anlatir. Muhammed kendisini bu basarisindan dolayi kutlar 197.

Din adina yalan’a dayali olarak is görmenin caiz oldugunu kanitlamak üzere din adami’nin verdigi sayisiz örnekler arasinda Islam’in ve müslümanlarin “ad” babasi olarak kabul ettikleri Ibrahim peygamberle ilgili olanlari vardir ki bir ikisini burada özetlemekte yarar vardir.

Kur’an’da yazilanlara göre Ibrahim, Muhammed’in “babamiz” diye tanimladigi ve ahlak temsilcisi olmak üzere kendisine örnek aldigi bir kimsedir. Al-i Imran Suresi’nde Ibrahim, müslümanlarin ceddi olarak su sekilde tanitilir: “Ibrahim, ne Yahudiydi, ne de Hiristiyandi. Ama ‘hanif’ti, ‘müslim’di. Ve müsriklerden degildi” (K. 3 Al-i Imran 67). Hacc Suresi’nde Ibrahim, Tanri tarafindan müslümanlara “baba” olarak su sekilde tanitilmistir: “… (Tanri) sizi seçmis, babaniz Ibrahim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kilmamistir. Daha önce ve Kur’an’da, pey gamberin size sahid olmasi, sizin de insanlara sahid olmaniz için size müslüman adini veren O’dur…” (K. 22 Hacc 78). Bazi yorumculara göre bu ayet’ten anlasilmak gereken sey müslümanlara “müslüman adini verenin Ibrahim oldugudur 197 * .

Nahl, Mümtehine ve Ibrahim Sure’lerinde Ibrahim’in müslümanlara Tanri tarafindan ahlak örnegi olarak gösterildigi açiklanir: örnegin Mümtehine Suresi’nde söyle yazili: “Ibrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardir…” (K. 60 Mümtehine 4-7; ayrica bkz. Nahl 120-122).

Ancak ne var ki Ibrahim, din adami’nin Kur’an’dan naklen anlattigi hikayelere göre, yalan söylemek suretiyle is gören bir kimsedir. Örnegin Kur’an’in Saffat ve Enbiya sure’lerinde anlatilanlardan ögrenmekteyiz ki Ibrahim, yalan söyliyerek kendi kavminin taptigi putlari yok ettikten sonra etrafindakilere bu isin baskasi tarafindan yapildigini bildirerek yalanini katmerlestirmistir. Tevrat’tan aktarilmis olarak Kur’an’da bu konuda anlatilanlar söyle:

Ibrahim’in kavmi, bayram yemeklerini ma’bedlerine götürüp putlarin önüne birakir ve bayram merasiminden sonra gelip yemegi gelenek bilirlermis. Ve iste Ibrahim, bu gelenekten yararlanarak bir gün onlara ve putlarina oyun oynamak ister. Yemekleri birakip ayrildiklari zaman onlarin pesinden giderek: “Ben hastayim, (taun) hastaligina yakalandim” diye yalan söyler. Bunu duyanlar ondan yüz çevirirek kaçarlar. Bunu üzerine Ibrahim putlarin yanina döner ve bir tek put hariç hepsini parçalar. Putlarin parçalandigini duyanlar gelip ona: “Ey Ibrahim! Bizim ilahlarimiza bu hakareti sen mi yaptin?” diye sorarlar. Ibrahim kendilerine ikinci bir yalan söyliyerek: “Hayir ben yapmadim, sizin putlarinizin en büyügü olan su put yapti” der ve o kenara ayirdigi putu gösterir. (Bkz. K. Saffat 88-90; Enbiya 60-71)

Her ne kadar din adami, Ibrahim’in bu yalanini özürlü göstermek için kavmini putlardan kurtarma amacini öne sürerse de söylemeye gerek yoktur ki kendisini Tanri elçisi olarak tanitan bir kimsenin, kisileri putlardan kurtarmak için sanki yalan’dan baska bir yol yokmus gibi davranmasini ahlakilikle bagdastirmak güçtür. Kaldi ki Ibrahim, yine din adami’nin seriat kaynaklarina dayali olarak anlatmasina göre, yalan söylemeyi adeta gelenek edinmis gibidir. Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Muhammed, Ibrahim’in üç kez yalan söyledigini bildirmistir (Bkz. Sahih-i… Cilt, IX, sh. 112-113, hadis no. 1380) ki bunlardan biri yukarda anlatildigi gibi hasta olmadigi halde kendisini hasta imis gibi göstermesi ve putlari kendi kirdigi halde “putlarin su büyügü bu isi islemistir” diyerek suçu basindan atmasi, ve bir digeri de kendi karisi Sare’yi, kizkardesi imis gibi tanitip kazanç saglayacagini sanmasidir. Din adami’nin Diyanet yayinlarindan naklen bildirmesine göre Muhammed bu olayi söyle anlatmistir:

“Ibrahim… (bir kere refikasi) Sare ile sefer etmis de onunla bir sehre gelmisti. Orada mülukten bir Melik… hükümran idi. Bu zalime: -‘Ibrahim, en güzel kadinlardan bir kadinla (sehre) dahil oldu- diye bildirildi. Melik: -‘Ya Ibrahim! Yanindaki kadin neyindir?- diye haber gönderdi. Ibrahim: -‘ (…) hemsiremdir-‘ 197 ** diye cevab verdi. Sonra Ibrahim dönüp Sare’nin yanina geldi ve: -‘Sakin sözümü tekzib etme (beni yalanci çikarma)! Ben bunlara seni kiz kardesimdir, dedim” . Ve sonra Sare’yi Melik’e gönderir. Kadin saray’a varinca Melik Sare’ye sulanir. Sare hemen abdest alip namaza durur ve sonra Tanriy’a söylece yalvarir: “Ya Rab! ben Sana ve Sen’in Peygamberine iman ettimse, ben kadinligimi zevcimden baskasina karsi ebedi muhafaza eyledimse, benim uzerime su kafiri musallat etme!”. Sare’nin Tanri’ya bu sekilde yalvarmasi üzerine Melik’in derhal nefesi bogulur, horlamaga,ve ayagiyle yere vurup deprenmege baslar. Çünkü Tanri onu cezalandirmak istemistir. Bunu gören kadin, Melik’in ölmesi halinde kendisinin suçlanacagini düsünerek Tanri’ya tekrar yalvarir: ve: “Allah’im! Eger bu herif ölürse -bunu bu kadin öldürdü- denilir” diyerek endisesini belirtir. Sare’nin bu sekildeki konusmasi üzerine Tanri Melik’i bagislar. Fakat Melik tekrar Sare’ye tecavüze kalkisir. Sare tekrar namaza durur ve sonra Tanri’ya ayni sekilde yalvarir. Melik yine sara hastaligina tutulmus gibi horlamaga ve ayagiyle yere vurup deprenmege baslar. Bunu gören Sare yine endiseye kapilir ve Tanri’ya yalvarida bulunur. Tanri yine Melik’i bagislar. Fakat Melik yine Sare’ye tecavüze kalkar. Ayni seyler tekrarlanir. Bunun üzerine Melik Saray’daki adamlarina: “Siz bana (insan degil) muhakkak bir seytan göndermissiniz. Bu kadini Ibrahim…’e geri gönderiniz” der ve Hacer adindaki bir cariye’nin de Sare’ye hizmetçi olarak verilmesini emreder. Sare evine dönünce Ibrahim’e söyle der: “Anladin mi zevcim! Allah kafiri tezlil etti. Bir cariyeyi de hizmetçi verdi”. (Bkz. Sahih-i…, Cilt VI, sh. 516-519, Hadis no. 1017; ve Cilt IX, sh. 112-113) .

Görülüyor ki bu hikaye’de Ibrahim, Sare’yi kizkardesi olarak göstermekle Melik’i yaniltmis ve Melik de evli degildir diye Sare ile sevismek istemistir. Eger Ibrahim yalan söylemeyip Sare’yi karisi olarak tanitmis olsaydi belki Melik, evlidir diye, kadina bir sey yapmayacakti.

Fakat her ne nedenle olursa olsun Ibrahim’in yalan yoluna basvurmasi hosgörülebilecek bir sey degildir. Insanlara “ahlakilik” örnegi olmak üzere “peygamber” diye gönderildigi kabul edilen bir kimse’nin yalan usulleriyle is görmesi esef vericidir.

Fakat din adamlarimiz bu konuyu “yalan” açisindan ele almazlar; yani Ibrahim’in Sare’yi kiz kardesi olarak tanitmak suretiyle yalan söylemis olmasina önem vermezler. Aslinda Ibrahim’in neden dolayi Sare’yi “kizkardes” olarak tanittigini da bilmezler. Çünkü hikaye’nin aslindan haberleri yoktur. Hikaye’nin aslini Muhammed Tevrat’in Tekvin (Bap 20: 1-17) kitabindan almis fakat bazi degisikliklere sokmustur. Tevrat’taki anlatilisa göre hikaye’nin özeti söyledir:

Ibrahim, Tanri’nin emri üzerine, esi Sare ile birlikte Güney di yarina göç etmek üzere yola çikar. Fakat çikmadan önce karisina söyle der: “Gidecegimiz her yerde benim için : -‘Bu benim kardesimdir-‘ de”. Çünkü gidecekleri yerde karisi yüzünden öldürülmekten korkmaktadir. Sare’yi kizkardesi olarak tanitacak olursa böyle bir tehlikeden uzak kalacagi kanisindadir. Kari koca az giderler, uz giderler ve Gerar denen bir mevki’de konaklarlar. Burasi Abimelek adindaki bir hükümdara ait bir bölgedir. Ibrahim karisini etrafa “kizkardesim” diyerek tanitir. Haber Abimelek’in kulagina gider. Abimelek güzelligini duydugu Sare’yi sarayina getirtir. Maksadi onunla sevismektir. Sare Saraya geldigi zaman Abimelek’e, kendisinin Ibrahim’in kizkardesi oldugunu tekrarlar. Fakat o gece Tanri Abimelek’in rüyasina girer ve ona söyle der: “Aldigin kadin sebebiyle, iste sen bir ölüsün, çünkü o bir adamin karisidir” der (Tekvin, Bap 20: 3).

Kadina daha henüz yaklasmamis olan Abimelek sasirir ve korkar ve Tanriya der: “Ya Rab! salih bir milleti de öldürecek misin? (Ibrahim) bana (Sare için) -‘Bu kizkardesimdir-‘ demedi mi? Ve kadin kendisi de: -‘O kardesimdir -‘ dedi. Yüregimin kemalinde ve ellerimizin suçsuzlugu ile bunu yaptim” (Tekvin , Bap 20: 5) . Tanri kendisine söyle der: “Ben de yüreginin kemalinden bunu yaptigini biliyorum, ben de seni bana karsi günah islemekten alikoydum; bunun için seni ona dokunmaga birakmadim. Ve simdi adamin karisini geri ver, çünkü o peygamberdir, ve senin için dua eder ve yasarsin; fakat eger geri vermezsen, bil ki, sen ve sana ait olanlarin hepsi mutlaka öleceksiniz” (Tekvin 20: 6-8).

Ertesi sabah Abimelek halkini toplar ve onlara geceleyin rü’yada gördügü seyleri anlatir. Sonra Ibrahim’i çagirir ve neden dolayi kendisine yalan söyledigini sorar. Söyle der: “(Bizden ne kötülük) gördün de, bu isi yaptin?”. Ibrahim kendisine su yaniti verir: “Gerçekten bu yerde Allah korkusu (olmadigi için) karim yüzünden beni (öldüreceklerini düsündüm ve bu nedenle karimi kizkardesim diye tanittim. Fakat ) gerçekten de (karim aslinda) kizkardesimdir; kendisi babamin kizidir fakat annemin kizi degildir” (Tekvin 20: 9-13).

Bunun üzerine Abimelek, Sare’yi Ibrahim’e geri verir ve ayrica da koyunlar, sigirlar ve köleler ve cariyeler hediye eder verir ve söyle der: “Iste memleketim senin önündedir; gözünde iyi olan yerde otur” (Tekvin 20: 15 ve d.)

Görülüyor ki Tevrat’taki anlatilisa göre Tanri, Ibrahim’in yalan söyledigini ve Sare’nin evli bir kadin oldugunu Abimelek’e bildirmis ve onu suç islememege çagirmistir. Oysa ki hikaye’nin Islam kaynaklari tarafindan nakledilen seklinde böyle bir sey yok. Melik, Ibrahim’in söyledigi yalan nedeniyle, evli olmadigini sandigi Sare’ye yanasmak istemis ve Tanri onu cezalandirmistir.

Bu hikaye vesilesiyle din adamlari ve din yorumculari, Ibrahim’in söyledigi yalan’dan ziyade yalanin kazanç saglayip saglamamasi ve sekli üzerinde dururlar. Daha baska bir deyimle onlara göre yalan kazançli bir sonuç yaratacak nitelikte olmalidir. Örnegin Ibn-i Cevzi, ki bilindigi gibi 12ci yüzyilin ünlü vaiz’lerindendir, Sare’nin, Ibrahim tarafindan yalan olarak “kizkardesim” diye Melik’e takdim edilmesini “ahlakilik” açisindan degil fakat sadece “etki” açisindan ele almistir. Bundan dolayidir ki Ibrahim’in Sare’yi “kizkardes” olarak tanitacak yerde “karim” diye tanitmasinin daha kazançli olacagini düsünürken sonralari bu fikrinden caymis ve “kizkardes” seklindeki tanitimin (yani Ibrahim’in söyledigi yalan’in) isabetinde karar kilmistir (Bkz. Sahih-i…, Cilt VI, sh. 521) 197 *** .

Ibrahim’in söz konusu ettigimiz yalani olarak Tevrat’taki hikaye ile, bu hikaye’nin Islami kaynaklardan din adami tarafindan nakledilen sekli arasindaki diger bir fark Tanri’nin yalan karsisindaki tutumudur. Su bakimdan ki Abimelek, biraz önce belirttigimiz gibi, Ibrahim’in yalani yüzünden evli oldugunu bilmedigi bir kadina yanasmak istemistir. Fakat Tanri onun suçsuz oldugunu görerek yukardaki sonucu olusturmustur. Oysa ki hikaye’nin Islami kaynaklardaki sekline göre Tanri, Melik’in saldirisina karsi Sare’yi korumayi düsünmemis, ancak Sare’nin kendisine yalvarmasi üzerine bu yola gitmistir! Hani sanki yalan’in ve haksizligin farkinda degilmis ya da bunlara aldiris etmezmis de Sare’nin kendisini ikaz etmesini beklermis gibi davranmistir. Ya da hani sanki “koruyan” ve her seyi “öngören” bir Tanri’nin masum bir insani (olayimizda Sare’yi) yalvarir durumlara düsürtmeden koruyamazmis, ve öte yandan yalan’in varligindan habersiz olarak davranan bir kimse’yi (örnegin Melik’i), dehsete düsürmeden duramazmis gibi!

Yukardakilere benzer örnekler pek çoktur. Din adami bu örneklere sarilarak insanlarimizi, seriat dini adina yalan ve hile ile is görmenin uygun, hatta gerekli oldugu fikrine alistirir; ancak ne var ki alistirirken dahi saptirma yolunu seçer. Su bakimdan ki “hile” sözcügünü iki ayri anlamda kullanir.

Bu anlamlardan biri “düzen kurmak”, “tuzak kurmak”, “kandirmak”, “Aldatmak” gibi eylemleri kapsar ki Kur’an’da “kafirlerin” basvurduklari hile yollari olarak “mekr” ve “hud’a” sözcükleriyle anlatilmistir. Örnegin Isa’ya karsi girisilen hileli saldiri konusunda Al-i Imran Suresi’nde söyle yazilidir: ” (Kafirler Isa’yi öldürmek için mekrettiler) Allah da onlara mukabele etti…” (K. 3 Al-i Imran 54). Tanri’ya inanmis görünüp inanmayanlar konusunda da Bakara Suresi’nde söyle yazilidir: “Insanlardan inanmadiklari halde -Allah’a ve ahiret gününe inandik- diyenler vardir. Bunlar Allah’a ve inananlara hud’a (hile) yapmaga çalisirlar…” (K. 2 Bakara 8-9) 197 ****.

Fakat buna karsilik din adami “hile” sözcügünün bir de “çözüm” yolu, “çikis” yolu, “kurtulus yolu” anlamina geldigini söyler ki Islam’a aykiri ya da ters düsen bir durumda, o duruma uygun bir davranista bulunmakla, bir çikis yolu bulmakla ilgilidir. Din adaminin belletmesine göre müslümanlar için bu yol uygun görülmüstür. Örnegin güçsüz olmalari nedeniyle hicret olanagi bulamayanlar konusunda Kur’an’da su yazilidir: “…(Hicret etmeyenler) yurtlari Cehennem olanlardir…Erkek, kadin ve çocuklarindan o güçsüzler bu kimselerin disindadirlar ki ‘hile’ (çikis yolu, kurtulus yolu) bulamazlar. Ve yol bulup kurtulamazlar… Belki de Allah bunlari affeder…” (K. 4 Nisa 97-99)

Bununla ilgili olmak üzere seriat dilinde “Hile-i seriye” deyimi vardir ki “seriat’a uygun bir çözüm bulmak” anlamina gelir. Gerçekten de bu usul Islam’in yararina olmak üzere daha ilk baslangiçtan bu yana her hususta etkili olmak üzere uygulana gelmistir. Bu uygulama sunu ortaya vurur ki Islam lehine bir sonuç elde etme bakimindan hile sözcügünün farkli anlamlarina aldiris edilmemistir. Bunun nice ilginç örneklerinden biri “ogulluk” (evladlik) durumunun sürdürülmesiyle ilgili olaydir ki kisaca söyledir:

Bilindigi gibi Muhammed, eski bir Arap gelenegi olan “ogulluk” (“evladlik”) denen gelenegi, hicret’in besinci yilinda farkli bir sekle sokmustur. Eski Arap gelenegine göre ogul edinen ile ogulluk arasinda iliski, ana-baba-ogul niteliginde iken bu gelenegi degistirmis ve Kur’an’a: “Allah evlatliklarinizi … ogullariniz gibi tutmanizi mesru kilmamistir” seklinde ayet koyarak bu tür iliskiye son vermistir (Bkz. K. 33 Ahzab 4-5). Fakat din adami’nin Islam kaynaklarindan naklen bildirdigine göre Muhammed, buna ragmen bazi kisilere “hile” usulü ile ogulluk (evladlik) hakkini devam ettirmeleri olasiligini saglamistir. Ayse’nin rivayetine dayali olan bir olay bunun nice örneklerinden biridir ki Ebu Huzeyfe ile karilarinin, Salim adindaki ogulluklari üzerinde babalik ve analik haklarini sürdürebilmeleriyle ilgilidir. Olay söyle:

Islam kaynaklarinin bildirmesine göre Ebu Huzeyfe, Kureys esrafindan olup Medine’ye ilk hicret edenlerden ve Ashab’in en “faziletlilerinden” bir kimsedir; Sübeyte ve Sehle adindaki iki kadinla evlidir. Sübeyte bir gün Salim (Ibn-i Ma’kil) adinda Fars asilli birini köle edinir. Daha sonra köleyi azatlamakla kocasi Ebu Huzeyfe onu “evlad” (ogul) edinir. Eski Arap geleneklerine göre ogul (evlad) edinilen kimse tipki gerçek “ogul” (yani neseb cihetinden ogul) sayildigindan Salim halk arasinda “Ebu Huzeyfe oglu Salim” diye çagirilir ve ayni zamanda hem Ebu Huzeyfe’nin ve hem de karisi’nin varisi durumundadir. Çünkü, yine eski Arap gelenegine göre, bir takim “medeni” ve “sosyal” haklara sahiptir. Üstelik de Ebu Huzeyfe onu, kendi kardesinin kizi olan Hind’i ile evlendirmistir.

Ancak ne var ki Hicret’in 5. yilinda Muhammed, eski Arap gelenegini degistirmis ve “ogulluklarin”, “ogul” olma durumunu son vermistir. Buna de sebeb kendi ogullugu Zeyd’in karisina asik olup onunla evlenmesidir. Bilindigi gibi Zeyd, daha önce Hatice’nin Muhammed’e hediye ettigi bir köle iken Muhammed tarafindan azadlanmis ve “ogul” (evlad) edinilmisti. Söz konusu Arap gelenegi geregince de “Muhammed’in oglu Zeyd” diye (yani “Zeyd Ibn-i Muhammed Ibn-i Abdullah” adiyle) çagirilmaya baslanmistir. Muhammed onu halasi’nin kizi Zeynep bint Cahs ile evlendirmis iken daha sonra, hicret’in 5.ci yilinda Zeyneb’e asik olmus, bu aski’n mevcudiyetini ögrenen Zeyd karisini bosamis ve bunun üzerine de Muhammed Zeyneb ile evlenmistir. Fakat halktan kisilerin: “Muhammed, (kendi) oglunun karisi ile evlendi” diye konusmalari üzerine eski Arap gelenegini degistirmis ve ogulluklarin “ogul” sayilmalarini öngören eski Arap gelenegini kaldirmis, Kur’an’a da su ayet’i koymustur: “Allah, evladliklarinizi sizin ogullariniz kilmamistir… Evladliklarinizi babalari adina nisbet ederek çagiriniz! Eger babalarini bilmiyorsaniz (yine babalik taslamayiniz, çünkü) onlar sizin dinde kardesleriniz ve dostlarinizdir” (K. 33 Ahzab 4-5).

Bu degisiklik üzerine Ebu Huzeyfe ile iki karisi fevkalade üzülürler; çünkü artik ne Huzeyfe’nin Salim üzerinde babaligi ve ne de Sübeyte ile Sehle’nin analik durumu kalmamistir. Oysa ki Salim’i yillar boyu kendi öz ogullari olarak yetistirmisler ve öyle görür olmuslardir. O kadar ki Salim, erlik çaginda oldugu halde bu kadinlarin yanina girip çikabilmektedir. Oysa ki simdi ogulluktan çikarildigi için bunu dahi yapamayacak, üstelik de bütün haklarindan yoksun kalacaktir.

Ebu Huzeyfe, karisi ile birlikte Muhammed’e basvurarak Salim’in ogulluk durumunu sürdürmek isterler. Onlarin istegini yerine getirmek üzere Muhammed bir çözüm bulur ki o da süt analigi durumunu saglamaktir. Ebu Huzeyfe’nin karisi Sehle’ye söyle der: “Salim’i emzir (süt analik tesis et)” .

Bir diger rivayete göre de Sehle gelip Muhammed’e: “Bu ayetle (yani Ahzab Suresi’nin 4-5 ayet’leriyle) Salim evladliktan çikiyor. Halbuki o, erlik çaginda oldugu halde biz kadinlarin yanina girip çikiyor. Öyle saniyorum ki, Ebu Huzeyfe de bu halden müteessirdir” demis ve bunun üzerine Muhammed kendisine su yaniti vermistir: “Salim’i emzir, sen ona süt ana olup haram olursun, zevcin Ebu Huzeyfe’de de bir endise kalmaz” 198.

Müslim’in rivayetine göre bu yanit karsisinda Sehle sasirir; çünkü Muhammed’in emzirmesini istedigi Salim, erlik çagina erismis yetiskin bir adamdir. Bu nedenle Muhammed’e söyle der: “Ya Resula’llah! Koca adami ben nasil emziririm?”.

Koskoca bir adami emzirmenin kolay olmadigini düsünmüs olmalidir ki Muhammed gülerek ona su karsiligi verir: “Salim’in koca bir adam oldugunu ben de biliyorum” . (Bkz. Sahih-i…, Cilt XI. sh. 262)199. Muhtemelen anlatmak ister ki yapilacak sey “hile-i seri’ye” yoluna sapmaktir

Fakat her ne olursa olsun Sehle’nin, Salim’i emzirdigi anlasilmaktadir. Bir rivayete göre emzirmek suretiyle bes yudum süt vermistir. Kadi Iyaz’in söylemesine dayali bir baska rivayete göre güya Sehle sütünü bir kaba sagmis ve Salim de bu kabtan süt içmistir; böylece sütü, kadinin memelerine hiç temas etmeden içmis oldugu sanilmaktadir.

Sehle’nin sütünü içmekle Salim hem Sehle’nin, hem Ebu Huzeyfe’nin ve hem Sübeyte’nin, daha dogrusu aile’nin süt oglu olmus olur.

Ancak yine din adami’ndan ögrenmekteyiz ki Muhammed’in yukardaki sekilde öngördügü çözüm, süt analigi konusunda Kur’an’a koydugu hükümlere pek yatkin düsmemektedir, çünkü Kur’anda emzirme süresi iki yil olarak gösterilmistir. Ayet aynen söyle: “Anneler, çocuklarinin emzirilme müddetini tamamlamak için onlari tam iki yil emzirirler…” (K. 2 Bakara 233). Imam Ebu Hanife ve Imam Zufer’e göre iki buçuk yil ya da üç yasina kadar olan süre içinde çocugun emmesiyle süt iliskisi (süt analigi, hürmet-i rada) durumu dogmus olur. Ulemadan bazilarina göre ise “bir kaba sagilan südün içilmesiyle veya müddet-i rada haricinde emilmekle, yahut bir hayvan memesinden emzirilmekle rad’a terettüb eden hürmet tahakkuk etmez”200 .

Fakat her ne olurs olsun bu görüsler yukardaki örnegi çürütecek güçte degildir.

Din adami’nin, kari koca arasinda dahi hile usullerine basvurulabilecegine dair Arap kaynaklarindan naklen verdigi bir baska örnek söyle:

Hicret’in yedinci yilinda Muhammed zengin bir sehir olan Hayber’i fetheder ve orada bulunan Yahudilerin mallarini ganimet alip taraftarlariyle paylasir; Yahudileri de yerlerinden sürer. Bu isler bittikten sonra al-Haccac b. Ilat al-Sulami adinda biri Muhammed’in yanina gelerek, Mekke’de bulunan eski karisi Ümm-ü Seyba’da mal ve parasi olup bu paralarinin Mekke’deki tüccarlara dagitilmis durumda bulundugunu ve bunlari toplayabilmek için Mekke’ye gitmek üzere kendisine izin vermesini ister. Ancak ne var ki bu isleri görebilmek için bir takim yalanlar uydurmak gerektigini düsünür. Mekke’ye gidebilmek için istedigi izni koparinca, hile ve yalan usulleriyle is görecegini bildirir ve böyle yapabilmek için ayrica onay ister. Muhammed kendisine: “Onlara yalan söylemekte serbestsin” diyerek bu onayi da verir.

Bunun üzerine al-Haccac devesine binerek Mekke’ye gitmek üzere yola çikar. Mekke yakinlarina geldiginde Kureyslilerden bir grup insana rastlar. Kendisini sanki Hayber halkindan birisi imis gibi tanitir. Kureysliler, onun müslüman oldugundan habersiz olarak Hayber’de olan bitenler hakkinda bilgi isterler; o da onlara: “Sizlere güzel ve sevindirici haberlerim var” diyerek Müslümanlarin büyük bir yenilgiye ugratildiklarini, çogunun kiliçtan geçirildigini, Muhammed’in de esir alindigini söyler ve söyle ekler: “Biz onu öldürmeyip Mekkelilere gönderecegiz ki intikamlarini bizzat kendi elleriyle onu öldürerek alsinlar diye”.

Kureysliler al-Haccac’im bu yalanlarina inanirlar ve hep birlikte Mekke’ye giderek sevinçli haberi verirler ve sokaklarda söyle bagirirlar: “Ey ahali! Iste size güzel bir haber: (Muhammed esir alinmistir) yakinda size gönderilecektir. Gelmesini bekleyin!”.

Mekkelileri bu sekilde sevince sokan al-Haccac sunlari ekler: “Mekke’deki mal ve paralarimi (bir an önce) toplayabilmem için bana yardim edin ki tekrar Hayber’e dönüp Muhammed’in yenilgisinden mütevellid parsa’dan yararlanabileyim”.

Mekkeliler onun bu istegini derhal yerine getirirler ve alacaklarini toplayip kendisine verirler. Bundan sonra al-Haccac eski karisinin evine giderek ayni yalanlari ona da söyler ve bu sayede ondan da mevcud olan bütün paralari alir.

Fakat tam bu sirada Muhammed’in amucalarindan biri olan Ibn Abbas, olan bitenleri duymus olarak al-Haccac’in yanina gelir ve Hayber hakkinda sorular sorar. al-Haccac kendisine: “Sir tutmasini bilecek misin?” der. O da “Evet” diye yanit verir. al-Haccac “O halde paralarimin tamamini toplayincaya kadar bekle” der. Paralarini toplayipta Hayber’e dönecegi zaman Ibn Abbas’i bulur ve ona Hayber konusunda söylediklerinin yalan oldugunu ve Hayber’in müslümanlar tarafindan feth olundugunu, oradaki Yahudilerin bütün varliklarinin ele geçirildigini, Muhammed’in, Yahudi reisinin kizi Safiye ile nikahlandigini söyler ve söyle der: “(Bu söylediklerimi) gizli tut. Ben müslüman oldum ve buraya sirf paralarimi toplamak için geldim; çünkü bu paralardan yoksun kalma endisesindeydim. (Sana bu söylediklerimi) üç gün üç gece hiç kimseye söyleme fakat sonra açikla”. Sonra da devesine binerek Mekke’den çikar ve Hayber yolunu tutar. Üç günlük zaman içerisinde Mekke’den yeteri kadar uzaklasmis olacagini ve kendisine hiç bir sekilde tehlike gelmeyecegini bilir.

Ibn Abbas, kendisine söylendigi gibi yapar ve üç gün üç gece haberi yaymaz. Bu süre geçtikten sonra eline bir degnek alarak Ka’be’nin etrafinda dolasmaga baslar. Halk bunun iyiye alamet olmadigini anlayarak etrafina toplanir ve sorar; o da Muhammed’in Hayber’i ele geçirdigini, Hayberlilerin butün mal ve varliklarina el koy dugunu ve Hayber reisi’nin kizini esir alip onunla evlendigini anlatir. Mekkeliler fevkalade üzütüye kapilip haberi nereden duydugunu sorarlar. Ibn Abbas da onlara: “Kendisini size müslüman olarak tanitarak o (yalan) haberleri veren ve paralarini toplayip giden kisi (bana Hayber’de gerçekten olanlari) bildirdi. O simdi Muhammed’in yanina, onunla birlikte olmak üzere döndü”. 201

Böylece al-Haccac, hile ve yalan yolu ile is görmek üzere Muhammed’ten aldigi onay sayesinde paralarini toplama mutluluguna kavusmus olur.

Biraz farkli fakat benzeri usullere yer vermek bakimindan ayni nitelikte bir diger örnek var ki Ebu Süfyan ve karisi Hind ile ilgili olup Hind’in, Muhammed’ten izin alarak kocasi Ebu Süfyan’in malindan gizlice “çirpma” yapmasini saglamistir. Din adami’nin yine Arap kaynaklarindan naklettigi sekliyle olay söyle:

Kureys’in ileri gelenlerinden Ebu Süfyan ve özellikle karisi Hind, daha ilk anlardan itibaren Muhammed’in baslica düsmanlarindan olmuslardir. O kadar ki Uhud savasi sirasinda Hind, görülmemis bir gayretle Mekkelileri müslümanlara karsi saldiriya tesvik etmis ve Muhammed’in savas sirasinda öldürülmüs olan amucasi Hamza’nin cigerini agzina alip çignemistir; bundan dolayi da “Ciger yiyen” anlamina gelmek üzere “akiletü’l-ekbad” (ekbad=ciger; akile= yiyen) adini almistir 202.

Kari koca her ikisi de kin ve düsmanliklarini, Muhammed’in Mekke’yi fethettigi tarihe kadar giderek artan bir siddetle sürdürmüslerdir. Fakat Mekke’nin fethinden sonra ve artik Muhammed’in iyice güçlendigini ve ona karsi gelme olanaginin bulunmadigini anladiklari an siyaset degistirmisler ve bu kez her ikisi de müslümanligi kabul ederek Muhammed’i en fazla öven ve yücelten taraftarlarindan olmuslardir. O kadar ki Hind, Muhammed’e yaranmak için bir kez söyle demistir: “Vaktiyle, yeryüzünde senin handanin kadar zül ve harabisini istedigim hiç bir ev, hiç bir aile yoktu. Bu gün ise yeryüzünde sabahlayan hiç bir çadir halki yoktur ki, senin hanedanin derecesinde bana sevimli olsun” 203.

Anlasilan o’dur ki bu sözleri Hind, sirf Muhammed’ten bir seyler koparmak maksadiyle söylemistir, çünkü yukardaki konusmasini bitirdikten hemen sonra su istekte bulunur: “(Zevcim) Ebu Süfyan bahil (yani “pinti, cimri”),
(ve) haris bir kimsedir. Bunun malindan gizlice almak (ve aileye sarfetmek) de bir günah var midir?”. Muhammed de cevaben: “Örfe göre kendine ve çocuklarina yetisen mikdar al!” 204. Böylece Hind’e, kocasindan çirpma yapabilmesi içi, yalan söyleme iznini vermistir.

Söylemeye gerek yoktur ki Hind’in yukardaki sekilde dalkavukluk etmesi, ya da kirk yillik kocasini “pinti, cimri ve haris” olarak göstermesi ve nihayet onun haberi olmadan malindan gizlice almasi, daha baska bir deyimle hirsizlik yapmasi, ne akilci ahlakilikle ve ne de kari-koca arasinda var olmak gereken dürüslük ve güvencelik duygulariyle bagdasan seylerden degildir. Kendisini “peygamber” olarak ilan eden bir kimse’nin böyle bir davranisi uygun bulmasi sasirticidir. Ama buna ragmen din adami Muhammed örnegine göre davranmanin her müslüman kisi için en dogru yol oldugunu söylemekten geri kalmaz.

Yine söylemeye gerek yoktur ki Hind’in yukardaki sekilde istekte bulunmasi halinde yapilmak gereken sey, onu gizli olarak kocasinin malindan hirsizlik yapmasina izin vermek degil, fakat kocasini çagirip, eger gerçekten ailesine pintilik ve cimrilik yapiyor ise, bu tür davranistan vazgeçirmege çalismaktir. Ya da ailesini geçindirmekte kusur eden koca’yi hukuki usullerle göreve zorlayabilmektir. Akilci bir yöntemle benimsenmek gereken tutum budur.

Ancak ne var ki din adami insanlarimizi, bu yöntemle degil fakat seriat’in: “Gerçeklere akil yolu ile degil fakat seriat yolu ile gidilir” seklindeki formülü ile egitmege çalisir: hem de hirsizlik eylemini geçerli kilarcasina!

Seriat yasamlarinda hile ve yalan usullerinin ne kadar gerekli oldugunu anlatmak için din adami’nin verdigi örnekler arasinda Ebu Rafi’nin ve Huzeyl’in ve Ebu Safyan’in Muhammed tarafindan öldürtülmeleriyle ilgili olanlari vardir ki kisaca özetlenmege deger.

Hicret’in ikinci yilinda sair Ka’b Ibn-i Esref’i, yukarda belirtttigimiz sekilde öldürttükten sonra Muhammed, Abdullah Ibn-i Atik’in baskanligindaki dört kisilik bir çete’yi, Hayber’de oturmakta olan Ebu Raf’i adindaki zengin bir tüccari öldürmekle görevlendirir. Çünkü güya Ebu Rafi kendisine “eza eder ve aleyhinde (ki her harekete para yolu ile) yardim eylerdi”; güya Arap kabilelerinden Gatafan’lara yardimda bulunarak bunlari da kendisine düsman yapmistir 205.

Çete yola çikar ve Ebu Rafi’nin oturdugu kaleye varir. Köy halki hayvanlarini otlatmis kaleye dönmektedir. Az geçmeden kalenin kapilari kapanacaktir. Ibn-i Atik arkadaslarina: “Siz yerinizde oturun da ben (Ebu Rafi’in kalesine) gideyim” der. Hile ile kale kapisindan içeri girer ve kale’nin anahtarlarini eline geçirir. O sirada Ebu Rafi dostlariyle sohbet halindedir. Gece sohbeti sona erip dostlari yanindan çikinca Ebu Rafi odasina gidip yatagina girer. Ibn Atik gizlice odaya girer, fakat oda karanliktir: “Ebu Rafi” diye seslenir, ve “Kim o?” diye bir ses duyunca sese dogru gider ve kilici ile ilk darbeyi indirir. Ebu Rafin haykirdigini duyunca oda’dan disari çikar. Fakat adami öldürüp öldürmedigini bilemedigi için tekrar oda’ya döner ve sesini degistirerek: “Bu feryad nedir, ya Ebu Rafi?” diye seslenir. Bu duyan Ebu Rafi: “Anan Cehennem’e! Sen seslenmeden önce birisi beni oda içinde kiliçla vurdu” der. Olayin geri kalan kismini Ibn Atik’in agzindan dinleyelim: “Ona bir darbe daha yerlestirdim. iyice yaraladim. Fakat yine öldüremedim. Sonra kilicin keskin ucunu karnina bastim Nihayet Ebu Rafi arkasina devrildi. Bu def’a herifi öldürdügümü anladim ve hemen (savusup kaçtim; fakat merdivenden inerken düstüm) baldirim kirildi… kapiya kadar varip orada oturdum. Ve kendi kendime: -‘Sunu öldürüp öldürmedigimi iyice anlayincaya kadar bu gece kaleden çikmam-‘ dedim. Horoz ötmege baslayinca ölü i’lancisi kale surunun üstüne durup: -‘Hicaz ahalisinin taciri Ebu Rafi’in ölümünü bildiririm’ diye ilan etti. Bunun üzerine ben, arkadaslarimin yanina gittim. Onlara: -‘Artik halas, Allah Ebu Rafi’i katletti (haydi yürüyünüz) dedim-‘ . Nihayet Nebi’…in huzuruna vardim. Vakiayi arzettim. (Ayagimin kirildigini duyunca) bana: -‘Ayagini uzat!-‘ buyurdu. Ben de ayagimi uzattim. Resulu’llah ayagimi sivazladi. sanki hiç agri duymamisa döndüm” 206.

Görülüyor ki Ebu Rafi’in öldürülmesi olayi, yalan ve hile usulleriyle is görmenin geçerli sayildiginin kaniti olarak karsimizdadir.

Din adina hile yolu ile adam öldürme gelenegine verilebilecek örneklerden bir digeri Halid Ibn-i Süfyan-i Hüzeli ile ilgilidir; öldürme eylemi Muhammed’in emri üzerine olmustur. Sebeb de Süfyan’in, Uhud seferinden sonra Bani Lihyan asiretiyle birlikte Muhammed’e kafa tutmasidir. Öldürme isiyle görevlendirilen Abdullah 207 adinda biri gizlice Süfyan’in yanina gider, kendisini onun taraftari imis gibi gösterir ve firsat gözleyip onun kiliç darbesiyle öldürür. Hilekarlikla basariya erismenin mutlulugu içerisinde adamin kafasini keser ve Muhammed’e getirir. Muhammed onu basarisindan dolayi över ve ödüllendirir. Olay’in Diyanet Isleri Baskanligi’nin yayinlarindan alinmis sekli söyle:

“Resulullah… Urene ve Arafat cihetlerinde oturan Halid Ibn-i Süfyan-i Hüzeli’yi katletmege beni gönderdi: -‘Git öldür-‘ buyurdu. Onu uzaktan gördüm, o esnada da ikindi vakti girdi. Belki aramizda ikindi namazini (geciktirmege sebeb olacak) bir sey zuhur eder diye düsündüm ve namaz kilarak ona dogru yürüdüm, namazi ima ile kildim. Ona yaklastigimda -‘Sen kimsin?- diye sordu. Ben de ‘Arabdan bir kimseyim. Haber aldim ki sen bu adama (yani Muhammed’e) hücum için adam toplamak tertibatiyle mesgul imissin. Iste ben de bunun için sana geldim-‘ dedim. -‘Evet hakikaten bununla mesgulüm-‘ cevabini verdi. Bir müddet beraber yürüdüm. Sonra elime firsat geçince üzerine kiliç havale edip öldürdüm” (Sahih-i…, Cilt III, sh. 142)208.

Öldürdükten sonra Süfyan’in basini bicakla keser ve bir torbaya koyarak Muhammed’e getirir. Abdullah’in bu basarisindan son derece hosnud kalan Muhammed kendisine bir “asa” hediye eder ve ona kiyamet gününde bu “asa” ile taninacagini müjdeler. Söylendigine göre Abdullah bu asa’yi ömrü boyunca tasimis ve öldügünde bu asa’si ile gömülmüstür.

Hile usulleriyle is görme gelenegini dile getiren örnekler saysisizdir. Seriat dünyasi’nin insanlari, özellikle yöneticileri hep bu usullere i’tibar etmisledir. Animsayalim ki Türklerin islamlastirilmalarinda da bu hile usullerinin rolü büyük olmustur. Türk halklarini yakarak, asarak, kiliçtan geçirerek, irza geçerek, yagmalayarak ve akla gelecek en vahsi usullere basvurarak müslüman yapan Arap kumandanlari, bütün bu vahsete hile usullerini de katmaktan geri kalmamislardir. Bazgis (Baglan) kalesine çekilen Tarhan’i kandirmak amaciyle Muhammed’ b. Selim’e: “Neyzek’in yanina var, bir hile kil, ola ki benim yanima getiresin. Ve onu gelmeye emin kil. Ola ki elime gire, elbette onu asayim” 209 diye emir veren Kuteybe’nin yaptigi sey, hile gelenegini yasatan seriat uygulamasindan baska bir sey degildir.

Yukardakilere benzer daha pek çok örnek vermek mümkün. Bütün bu yukariya aldiklarimiz din adami’nin halkimiza anlattigi uslub ve sekilde buraya alinmistir: insanlarimizin nasil bir din ve ahlak anlayisi içerisinde egitilmekte olduklari kolaylikla anlasilsin diye!

*

Müslüman kisileri Islam’a baglayabilmek ya da gönüllerine henüz yeteri kadar Islam sevgisi ve saygisi yerlesmemis olan kimseleri Islam’a iyicene alistirabilmek maksadiyle din adami’nin elinde “maddi çikarlar” saglama usulleri de vardir ki, Tabari gibi en saglam kaynaklarin tanimina göre gerçek anlamda “rüsvet” niteliginde is görmek üzere uygulanir 210.

Din adami, her ne kadar Muhammed’in: “Rüsvet verene de alana da Allah lanet etsin” dedigini bildirmekle beraber “rüsvet” sözcügünü kullanmadan bu usulleri insanlarimiza hem seriat hükümlerinden ve hem de Muhammed’ten getirdigi örneklerle belletir. Esas dayanagi Kur’an’in Tevbe Suresi’nin 60.ci ayeti’dir ki zekat’larin: “yoksullara, düskünlere, me’murlarina, kalbleri müslümanliga isindirilacaklara verilecegi” ni öngörür.

Bu hükmün ilk uygulanisi Hicret’in 8.ci yilinda cereyan eden Hunayn savasina rastlar. Bu savasta elde edilen ganimet mallarinin büyük bir kismini Muhammed, basta Ebu Süfyan ve oglu Muaviya olmak üzere Kureys esrafindan bazi önemli ve etkili kisilere dagitmistir ki bunlara “Müellefe-i kulub” denir; sayilarinin on bes civarinda oldugu sanilir. Bu kisiler Mekke’nin fethi tarihine gelinceye kadar Muhammed’e karsi cephe almislarken Mekke’nin fethinden sonra artik Muhammed’in iyicene güçlenmis oldugunu ve ona karsi gelmek olanaginin kalmadigini anlayarak müslüman olmuslardir.

Muhammed, kendisine çok yararli olabileceklerini bildigi bu kisileri, ganimetten fazlaca pay vererek maddi çikarlar saglamak suretiyle kazanmak istemistir. Din adami’nin söylemesine göre onlari Islam’a isindirmak ve gönüllerini pekistirmek maksadiyle böyle yapmistir.

Ganimet dagitimi isini hem de öylesine bu kisiler lehine yapmistir ki, savasa katilipta zaferin saglanmasinda emegi ve fedakarligi geçenler, haklari olan payin verilmemesinden dolayi itiraz ve sikayette bulunmuslar ve: “Muhammed kendi kavminin insanlarina kavusunca bizi unuttu” seklinde konusmuslardir. Sikayet edenlerin basinda Ensar (yani Medine halkindan evvelce müslüman olmus olanlar) vardir. Onlari yatistirmak maksadiyle Muhammed’in söyle dedigi yazilidir: “Ey Ensar cemaati! Bir takim kimselerin kalblerini te’lif ile müslüman olmalari için verdigim ve müslümanliginizin kuvvet ve kemaline güvenerek sizi mahrum ettigim ehemmiyetsiz dünya metaindan dolayi caniniz mi sikildi, nefsinizde bir endise mi buldunuz?… Allah’a yemin ederim ki … muhakkak ben Ensar’dan bir ferd olmak isterdim. Halk bir vadiye yönelse, Ensar da bir vadiye süluk edip gitse, hiç süphesiz ben de Ensar vadisine yönelirdim. Allah’im sen Ensar’a, Ensar’in evladina, evladinin evladina rahmet eyle” 211.

Anlasilan o’dur ki bu sözleri dinleyen Ensar, Muhammed’in dilegiyle Tanri’nin kendilerine “rahmet” eyleyeceginden emin olarak sevinirlerken, kisileri Islam’a “isindirmak” için onlara “rüsvet” niteliginde de olsa maddi çikar saglamanin geregine inanmislardir. Oysa ki yukardaki olayda bu maddi çikarlar, söz konusu kisileri Muhammed’e minnettar duruma sokup sadik birer hizmetkar kilmak için saglanmistir.

Din adaminin Arap kaynaklarindan naklen bildirdigine göre Muhammed bu usulü Balharis’lerden müslümanligi kabul eden bir grup hiristiyana da uygulamistir. Olay su: Hicret’in onuncu yilinda Muhammed, Nacran bölgesinde oturan hiristiyan Balharis’ler üzerine Halid b. al-Valid kumandasinda 400 kisilik bir kuvvet gönderir. Göndermesinin nedeni onlari Islamiyeti kabule zorlamaktir. Bu tehdit karsisinda Balharis’lerden bir kismi müslüman olur. Halid, bundan sonra Balharis’lerden olusan bir hey’eti, beraberinde Muhammed’e getirir. Bu hey’et içerisinde hiristiyan olanlar da vardir. Gelen hey’et mensuplarindan her birine Muhammed 400 dirhem hediye verir: muhtemelen kalblerini müslümanliga isindirmak ve pekistirmek için 212.

Her ne kadar seriatçilardan bazilari, gönüllerin Islam’a isindirilmasi için zekat’tan pay alma usulü’nü öngören Kur’an ayeti’nin Ebu Bekir zamanina kadar sürdügünü ve Ömer bin Hattab’in halifeligi zamaninda uygulamadan kaldirildigini söylerlerse diger bazilari ayet hükmünün ne Ömer ve ne de bir baskasi tarafindan ortadan kaldirilamayacagini belirtirler. Büyük din bilgini Turan Dursun’a göre “Islam’i güçlendirmek için kimlerin güç ve destek saglayabileceklerine inaniliyorsa, onlara rüsvet kapisi(nin) açik tutuldugunun” kabulu gerekmektedir 213.

II) Din adami’nin elindeki seriat verileri yalan, zina, sirkat, katil vs… gibi “günah” eylemlerinde bulunanlari Cennet’e götürmege yararli olup kisi’yi sonu gelmez sekilde günah (suç) islemege vesile yaratir:

Her ne kadar din adami’nin bellettigi seriat emirleriyle müslüman kisilerin birbirlerini öldürmeleri yasaklanmis ve örnegin “Hakli olmadikca öldürmeyin” (K. 17 Isra 33) seklinde hükümler konmus, ya da hile, hirsizlik, yalancilik, zina vs… gibi davranislarin “kötü” ve ceza’yi gerektiren seyler oldugu belirtilmis ise de, bütün bu “günahlari” silici ve kisi’yi kolaylikla Cennet’e götürücü usuller de düsünülmemis degildir. Seriat ahlakiligi bu usul’ler üzerine oturtulmak istenir. Ancak ne var ki “günah” silen bu usul’ler kisi’yi, sonu gelmez sekilde ayni nitelikteki günahlari tekrarlama olasiligina sürükler; söyleki:

Din adamlarimizin Muaz’dan rivayet edilen bir Hadis hükmüne dayali olarak bellettiklerine göre, yasami boyunca suç islemekten kaçinmamis olsa dahi müslüman kisi, günahsiz olarak Cennet’e girebilir yeter ki ölecegi an son söz olarak “Allah’tan baska ilah yoktur” demis olsun 214.

Yine din adami’nin belletmesine göre zina ve hirsizlik gibi suçlari isleyenler dahi bu sekildeki bir dua ile Cennet’e girebilirler; çünkü Ebu Zer’den rivayet olunan bir baska Hadis hükmünde Muhammed: “Hiç bir kul yoktur ki -‘La Ilahe Illa’llah-‘ deyipte Cennete girmesin” dedigi bir sirada kendisine “Zina islese ve hirsizlik yapsa da (Cennete girer mi?)” diye soruldukta “Evet zina islese de, hirsizlik yapsa da (Cennete girer)” seklinde karsilik vermistir 215.

Abu Dar’dan rivayet olunan bir baska Hadis’e göre Muhammed, : “Zina eden, (ya da) hirsizlik yapan kisi Cennet’e gider mi?” diye soru soranlara: “Evet gider, eger -‘Tanri’dan baska Tanri yoktur -‘ diye iman etti ise” diye yanit vermistir. Muhammed’i “peygamber” olarak bilen ve onun emirlerine boyun egen müslüman kisiler için de durum budur. Bu konuda daha pek çok örnek getirmek mümkün 216.

Öte yandan müslüman kisi, ne kadar agir suç islerse islesin, namaz görevini yerine getirmis olmak sartiyle Cennet’te “hane” sahibi olabilir. Müslim’in Ümmü Habibe’ den rivayetine dayali olarak Diyanet’in yayimlarindan ögrenmekteyiz ki Muhammed söyle demistir: “Her kim bir gün ve bir gece içinde 12 rek’at kilarsa Cennet’te kendisi için bir hane bina olunur” (Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasari… Cilt III; sh. 113) .

Sabah ve ikindi namazi kilmanin da sagladigi sonuç Cennet’e girmek seklinde kendisini belli eder 217. Cemaat’ten üç saf namaz kilanlara da muhakkak suretle Cennet vardir 218.

Bunun gibi abdest almak da Cennet’e girmenin yolunu açar. Din adami’nin belletmesine göre Muhammed söyle demistir: “… her kim hakkiyle abdest alirsa tirnaginin altlarina kadar her taraftan günahlari dökülür…” 219. Ve sunu anlatmistir ki bu gibi kisilere Cennet’in sekiz kapisi açiktir; o kimse diledigi kapidan Cennet’e girer 220.

Ebu Hüreyre’nin söylemesine göre Muhammed, abdest alip yüz yikamak suretiyle müslüman kisi’nin, “gözleriyle bakarak kazandigi günahlarin” hepsini dökmüs olacagini müjdelemistir 221.

Yine din adami’nin, Muhammed’in sözlerine dayali olarak anlatmasina göre Ramazan’da arefe günü tutulan oruç, geçmis ve gelecek bir yillik günahlara kefaret olur; fakat o kisi Ramazan’in faziletine inanarak ve mükafat umarak oruç tutacak olursa geçmis bütün günahlarindan kurtulur 222.

Ölü yikamak ya da cenaze’nin ardindan gitmek gibi davranislar, her ne kadar dogrudan dogruya Cennet yolunu açmaz ise de bir takim günahlardan kurtulmayi saglar. Örnegin her kim müslüman kisi’nin cenazesini takip eder ve namazini kilip defnedilinceye kadar beklerse, her biri Uhud dagi kadar olan iki kirat sevapla dönmüs sayilir 223.

Din adami’nin belletmesine göre Kur’an okuyanlar için de durum budur, çünkü Muhammed, Kur’an okuyan müslüman kisi’nin Kiyamet günü sefaatçisi olacaktir. Bir kimse’nin Kur’an’dan bir harf okumasi bir “hasene” (iyi bir is) sayilir ki her bir “hasene” on misli sevapla karsilanir 224.

Öte yandan yine din adami’nin Buhari kaynagindan bildirmesine göre her kim abdestini aldiktan sonra Cum’a namazina gelir ve imama yaklasip sesini çikarmadan otururda hutbe’yi dinlerse, o kisi’nin hem o Cum’a ile diger bir Cum’a arasinda ve hem fazla olarak üç gün daha, içinde vaki olacak küçük günahlari (ki “sagair” denir) magfiret olunur 225.

Hemen hatirlatalim ki Seriat sisteminde günahlardan kurtulmanin yollari hem pek çok ve hem de pek kolaydir. Her ne kadar din adami, günah isleyen kimseye “tövbe” etmek, “pesimanlik” getirmek ve “bir daha günah islememege karar vermek” halinde günahlardan kurtulmus olacagini ögretirse de, bütün bunlar disinda da günah dökmenin mümkün bulundugunu hatirlatmaktan geri kalmaz. Böylece kisi’ye, ömrü boyunca günah isleyip sonra bunlardan kurtulma olasiligini saglamis olur. Çünkü yukarda gördügümüz ve daha sonra görecegimiz gibi din adami’nin elinde müslüman kisi’yi günahlardan siyirmaya elverisli pek çok Kur’an ve Hadis hükümleri vardir. Biraz yukarda özetledigimiz gibi, Kur’an okumak, ya da ögrenmek ve ögretmek suretiyle günah dökme kolayligindan tutunuz da abdest almak, namaz kilmak, oruç tutmak, hacc’etmek, ka’be’yi tavaf etmek, cihad’a katilmak, ölü yikamak, Allah’a hamd’etmek, gibi davranislardan her birinin günah atmak ve Cennet yolunu tutmak için yeterli olduguna dair nice hükümler bunlar arasinda yer almistir (Bkz. Riyazü’s-Salihin…, Cilt II, sh. 277) 226.

Bütün bunlar bir yana fakat bir hardal danesi kadar iman sahibi olmak dahi islenmis günahlardan siyrilip Cennet’e girmek için yeterlidir. Din adami’nin söylemesine göre Muhammed, Tanri’nin kendisine söyle dedigini bildirmistir: “(Ey Muhammed) haydi git, hardal danesine yakin miktarda, azin azi imani olan kimseleri Cehennem’den çikar” (Sahih-i… Cilt XII, sh. 424-8) 227. Fakat bunu derken, az dahi olsa imani olani Cehennem’den çikaracak idi ise neden dolayi Cehenneme attigini bildirmemistir.

Günah’lardan siyrilmanin böylesine kolay ve çok çesitli yollari olmasi ve din adami’nin bütün bu yollari en ince ayrintisina varincaya kadar ögreterek iman araciligi ile Cennet’e kavusmanin sirlarini belletmesi, kuskusuz ki ortaya akilci ve çagcil ahlak anlayisina yabanci insanlar çikarir.

Din adaminin elinde egitilen kisiler için günah dökme kolayligi yaninda bir de dinin yükledigi görev ve zorunluklardan kolaylikla kurtulma olanaklari vardir ki bunlari dahi din adami, yine Kur’an ve Hadis hükümlerine dayali olarak belletir. Örnegin köle azad edenin “hayirli” bir is görmüs olacagi ve bazi hallerde bunun bir zorunluk tasidigi anlatilmakla beraber, bu zorunluktan kurtulmanin kolay yollari bulundugu da hatirlatilir. Islam dünyasinin en büyük din bilgini ve düsünürü olarak kabul edilen Imam Gazali bile, Ihya’u Ulumi’d-Din adli ünlü kitabinda bu yollari salik verir ve köle azad etme zorunlugunda kalan kimselerin “yedi kez basi kabak, yalin ayak Kabe’yi tavaf etmek suretiyle” bu zorumluktan kurtulacagina dair seriat verilerini sergiler. Örnegin ibadetini geciktiren kisinin günahlarinin, köle azad etmekle ya da bunun yerine yaya olarak hacc etmekle ya da bir yil oruç tutmakla giderilebilecegini hadis hükümlerinden örnekler vermek suretiyle belirtir 228.

Bu vesileyle hemen belirtelim ki seriat dinine göre köle azad etmek, ahlakilik adina yapilan bir sey degildir; yani kölenin insanlik degeri adina yapilan bir is sayilmaz; sadece köle sahibini belli bir suçluluk durumundan, ya da belli bir günah’tan kurtarmak için yapilmak gereken bir is sayilir. Bunun böyle oldugunu din adami’nin sarildigi su örnekten anlamak mümkündür: Muhammed’in, Mariye adindaki Kipti cariyesinden Ibrahim adinda bir oglu olur. Fakat Ibrahim küçük yasta ölür. Muhammed buna fevkalade üzülür. Bu üzüntü içerisinde söyle der: “Eger (Ibrahim) yasasaydi, elbette siddik (dürüst) ve nebi (peygamber) olurdu. Hayatta olsaydi, onun hürmetine bütün kiptiler azat edilirdi” 229.

Din adami’nin verdigi bu örnekten anlasilmaktadir ki Muhammed, eger Ibrahim yasamis olsaydi, köle durumunda bulunan Kipti’leri azad etmek kararinda idi; çünkü cariyesi Kipti idi. Kipti’leri azad etmekle hem muhtemelen Mariye’yi hosnud etmis olacak ve hem de oglunun hayatta bulunmasindan dolayi bir adak yerine getirmis sayilacakti. Daha baska bir deyimle Kipti’leri “insanlik” degerine sahib olduklari için degil fakat sadece Ibrahim’in hayat’ta kalmasindan dogma kisisel bir mutluluk adina, kölelikten azad etmeyi düsünmüstür. Nitekim Ibrahim öldügü içindir ki Kipti’leri kölelikten azad etme fikrinden vazgeçmistir. Kuskusuz ki bu davranis kendi getirdigi seriat ahlakina yatkin bir davranistir. Çünkü seriat dini, köleligi Tanri emri kabul eden bir din’dir (Bkz. K. 16 Nahl 75).

*

Din adami’nin bellettigi seriat verilerinden anlamaktayiz ki dinsel her görevin karsiliginda, bu görevden kurtulmanin yollari öngörülmüstür. Örnegin, Kur’an’da, Maide Suresi’nin 89.ayetinde, müslüman kisiler icin bos yere yemin’den dolayi sorumluluk bulunmadigi ve fakat “kasten ve yürekten yalan yere yemin eden” kimselerin sorumlu tutulacaklari ve fakat bu sorumluluktan on fakiri doyurmak ya da giydirmek ya da bir köle azad etmek, ya da bunlari yapamiyorsa üç gün oruç tutmak suretiyle kurtulacaklari yazilidir. Buna bir de basi kabak, yalin ayak Kabe’yi tavaf etme sikkini eklersek seriat ahlaki anlayisinin, her hangi bir suçtan kurtulmak isteyen muslüman kisi bakimindan ne kolayliklar sagladigini anlamak kolaylasir. Her ne kadar ayet hükmünde “yeminlerinizi koruyun” seklinde bir ibare bulunmakla beraber, yeminden kurtulmanin çaresi olarak yukardaki yollara isaret edilerek “Yemin ettiginiz taktirde yeminlerinizin keffareti iste budur” denmistir. Böyle bir uygulamada müslüman kisi için “Nasil olsa kefaret yoluna basvururum” diyerek istedigi gibi yalan yere yemin etme aliskanligina saplanmak kadar dogal ne vardir?

Yine bunun gibi din adami insanlarimiza, günahlardan siyrilmayi saglayabilecek zorunluklardan kurtulma kurnazliklarini dahi belletmekten geri kalmaz. Örnegin belli bir suçluluk durumundan ya da “seytan’in serrinden” kurtulmak için on köle azad etme zorunlugu vardir. Fakat kuskusuz ki köle azad etmek, köle sahibi için, kendi çikarlari bakimindan güç bir seydir. Çünkü geçimini, kölelerini çalistirmak suretiyle saglamaktadir. O halde köle azad etme zorunlugundan kurtulmak gerekir. Iste din adami ona, seriat dini’nin sagladigi bir kolayligi gösterir ki o da günde yüz kez Tanri’ya hamd etmektir. Bunu yapmakla kisi, sadece günahlarinda kurtulmakla kalmaz fakat bir de sevap kazanir, çünkü kendisine yüz “hasene” yazilir ve yüz “müsibet” de kendisinden silinir. Üstelik de o gün aksama kadar seytanin serrinden uzak kalir. Isledigi suçlar ve günahlar birikse ve yigin halini alsa bile, Tanri’ya yalvar yakar olmakla bütün bunlardan kurtulur .

Bu konuda din adami’nin verdigi örneklerden biri Ebu Hüreyre’nin rivayetin dayali su hadis’ir: “Her kim günde yüz kere: -‘La ilahe illa’lla, vahdehü la serike leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve ala külli sey’in kadir= (Allah’dan baska ilah yoktur, yalniz O vardir, O’nun esi ve ortagi yoktur, mülk O’nundur, Hamd O’nundur, O her seye kadirdir) derse bu du’a o kimse için on köle azadlamak zevabina muadil olur ve ona yüz hasene yazilir, yüz müsibet de ondan mahvolunur. O gün içinde aksama erisinceye kadar seytan serrinden eminlik olur Ve o kimsenin bu du’ayi okumasindan daha faziletli hiç bir kimse evrad 230 ve ezkar 231 getiremez. Meger ki bu du’ayi ondan daha çok okumus ola!” (Bkz. Sahih-i…, Cilt XII, sh. 350) 232.

Söylemeye gerek yoktur ki bu inançla yogurulan müslüman kisi, nasil olsa günahlarim silinecektir diye, gunah islemekte sakinca görmez. Her ne kadar seriatçilar söz konusu günahlarin “bilmiyerek” islenmis günahlar oldugunu söylerlerse de yalandir. Din adami’nin insanlarimiza bellettigi verilere göre söz konusu günahlar, kisi’nin bilerek isledigi ve fakat itiraf ettigi günahlari kapsar. Bunun böyle oldugunu Diyanet Isleri Baskanligi’nin yayinlarinda yer alan Islami verilerden anlamak mümkündür. Din adami’nin bu kaynaklara dayali olarak bellettigi hadis’lerden biri söyle:

“(Muhammed buyurdu ki)…Bir kula bir günah isabet edip veya bir günah isleyip de:

-Ya Rab! Ben (bilerek) bir günah isledim, yahud (bilmiyerek) ben bir gunahla musab oldum, kusurumu afv ü magfiret eyle! Diye niyaz ederse, o kulun Rabbi: -Demek ki, kulum (dilerse) günahimi afvedecek (dilerse) cezalandiracak muhakkak bir Rabbi oldugunu bildi. Su halde ben de kulumu magfiret ettim, buyurur. Sonra bu kul Allah’in diledigi kadar bir zaman (günahsiz) yasar. Sonra bir günah daha isabet edeip veya bir günah isleyip de:

-Ya Rabbi! Ben (bilerek) bir günah isledim, yahud (bilmiyerek) bir günahla mushab oldum. Kusurumu afv ü magfiret eyle, diye niyaz ederse, o kulun Rabbi:

-‘ Demek ki kulum, günahini afvedecek veya cezalandiracak bir Rabbi bulundugunu geregi gibi bildi, su halde ben de bu kulumu magfiret ettim, buyurur. Sonra bu kul Allah’in diledigi kadar bir zaman günahsiz yasar. Sonra bir günah isabet edip veya bir günah isleyip de:

-Ya Rabbi! Ben bir günah isledim… kusurumu afv ü magfiret eyle, diye Allah’a yalvarirsa, o kulun Rabbi:

– Demek ki kulum, günahini affedecek veya cezalandiracak bir Rabbi oldugunu bildi, ben de üç def’a kendisini afv ü magfiret ettim. Artik (gühah islediginde tevbe etmesini bilen) bu kulum diledigi isi islesin, buyurur” (Sahih-i… Cilt XII, sh. 422) 233.

Din adami’nin Nevevi gibi kaynaklara dayanarak söylemesine göre “Tövbekar olan ve Allah’a yalvarmak yolunu bilen bir kulun günahi yüz kere, bin kere ve belki daha çok tekerrür etse de her def’asinda tövbe etse, yahud bu mükerrer günah yigininin topu hakkinda Allah’a… arz-i nedamet eylese, tövbesi sahih olur ve kabul buyurulur ki, mü’minler için en büyük müjdedir” 234

Görülüyor ki “tövbe” etmek ve Tanri’ya yalvar yakar olmak suretiyle müslüman kisi, yüz kez ya da bin kez hatta daha fazla günah islese de günahlarindan siyrilma olasiligina sahiptir ve bu olasilik ona “en büyük bir müjde’dir”.

Fakat müslüman kisi için, son nefesine kadar günah isleyip günahsiz olarak Cennet’e gitmenin çok daha kolay bir yolu vardir ki o da ölecegi sirada, Tanri’dan baska ilah olmadigini telaffuz etmektir. Diyanet yayinlarinda Muaz’dan rivayet olunan su hadis’e göre Muhammed’in söyle konustugu anlasilmaktadir: “Bir kimsenin son sözü -‘Allah’tan baska Allah yoktur-‘… olursa o kimse Cennet’e girer”.235

Bütün bunlar bir yana fakat din adami’nin belletmesine göre Tanri, “kafirleri” sirf “kafir” olduklari için, müslümanlari ise sirf günahkar olduklari için Cehennem’e atmis oldugu halde, müslüman kisileri, sirf “kafirlere” inad olsun diye Cehennem’den çikarip Cennet’e sokacaktir. Bu konuda Gazali’nin verdigi hadis örnegine göre, Cehennem’e atilmis olan “kafirler” ile “müslümanlar” arasinda su konusma geçer: “(Kafirler müslümanlara): -‘Siz müslüman degil miydiniz?-‘ diye sorarlar. Müslümanlar: -‘Evet, müslüman idik-‘ derler. Kafirler: -‘Baksaniza sizin müslümanliginiz size bir kar saglamadi, siz de bizimle beraber Cehennemdesiniz-‘ derler. Müslümanlar: -‘Biz isledigimiz günahlar sebebiyle Cehennemdeyiz-‘ derler. Bu konusmalari dinleyen Allah…:-‘ Ehl-i Kibleden olup Cehennem’de bulunanlarin hepsini çikarin-‘ diye emir verir ve müslümanlar Cehennem’den çikarlar. Bunu gören kafirler: -‘ Ah keske biz de müslüman olsaydik, simdi müslümanlar çikarildigi gibi, biz de çikardik, diye hased çekerler” 236.

Yukardaki örnegi pekistirmek üzere din adami, bu hadis’le ilgili olarak Tanri’nin Kur’an’da söyle konustugunu hatirlatir: “Inkar edenler, keske müslüman olsaydik temennisinde bulunacaklardir” (K. 15 Hicr 2).

Bu örnekleri sergilerken din adami, diledigini”kafir” ve diledigini de “müslüman” yapan’in Tanri olduguna ve “kafir” ve “müslüman” olmanin kisi iradesi disi bir eylem bulunduguna dair bellettigi ayet’leri (örnegin En’am 125 gibi) unutmus görünür. Insanlari diledigi gibi “kafir” yapan bir Tanri’nin, onlari neden dolayi “kafirdirler” diye Cehennem’e attigini düsünmez ve düsündürmez. Sadece sunu anlatmak ister ki müslümanlik, günahlardan kurtulmanin en güvenilir yoludur. Bu tür inançlarla yetistirilen kisi’lerin günah islemekten geri kalacaklarini düsünmek saflik olmaz mi?

Bütun bunlar göstermektedir ki din adami kisi’yi suç islemekten alikoymaga degil fakat aksine suç’a tesvik yönünden etkilemektedir.

*

Ote yandan din adami, günahlardan kurtulma isini, Islam dininin kolaylik dini olmasina ve din saliklerine kolaylik saglamayi amaç edinmesine baglar: dayanagi yine seriat hükümleridir. Diyanet Isleri Baskanligi, din adamlari araciligiyle bizlere “Allah yolunda yalniz elimizden kolaylikla gelen amellerle mükellef” oldugumuzu ögretir: hani sanki fazilet ve meziyet sayilmak gereken sey zor olani yapmaga çalismak ve bunda basarili olmak degil de kolay olani yapmakmis gibi bir ahlak anlayisi asilar. Oysa ki akilci ahlak anlayisi kisi’yi “Ahlak adina zor olani yapacaksin” inanci içerisinde çok daha farkli ve üstün bir ahlak anlayisina sürükler.

III) “Seriat Ahlakiligi”nin “Koruyucusu” Rolünde Görünen Din Adami, “Müstehcen” Sayilmak Gereken Seyleri dahi “Seriat Verileri” Olarak Insanlarimiza Belletmekten Geri Kalmaz.:

Ahlak bekçiligi görevini üstlenmis görünen seriatçi’nin agzindan “müstehcen” sözcügü düsmez. Sözlüksel anlamda “açik saçik”, “ayip”, “asagilik” ya da”bayagilik” vs gibi anlamlara gelen bu sözcügü, her vesileyle müslüman kisi’nin karsisina dikerek güya ahlakiligi korumak ister. “Müstehcen’dir” diyerek kitap toplatir, ya da “Sanat adina sehvete prim vermem” diyerek sanat eserlerine musallat olur. Kültürce ve fikriyatça yetersiz bulunmak itibariyle ne bilimselligin ve ne de güzel sanat’larin hiç bir türünü degerlendirecek kertede bulunmadigi halde insan’i “uygar” yapan ne varsa her seye karsidir. Sundan habersizdir ki ahlakilige ters düsen sey “çiplaklik” ya da “seks” konulari degil fakat yalanciliktir, sahtekarliktir, oy yatirimi yaparak cahil halki kandirmaktir. Bu habersizlik içerisinde bir yandan heykel, resim, tiyatro, müzik vs… gibi güzel sanat’larin her dalina saldirirken, diger yandan insanlarimiza, akli sasirtici seylerin din kisvesi altinda belletilmesine araç olur. Tüm olarak seriat yayimlarini (ve bu arada Diyanet Isleri Baskanligi’nin halkimiza din verileri olarak sundugu seyleri) söyle bir karistiriniz ve orada bulduklarinizi seriatçi’nin “müstehcendir” diye saldirdigi seylerle kiyaslayiniz: iste o zaman seriatçiyi kendi silahlariyle hizaya getirmenin mümkün oldugunu anlayacaksinizdir. Ne yazik ki aydinlarimiz bu yayimlari incelemek ve elestirmek geregini duymazlar. Oysa ki seriat’in iç yüzünü bilmeden seriatçi’yi susturmak ve bu milletin basina bela olmaktan çikarmak mümkün degildir. Kisaca fikir edinmek üzere bir iki örnekle yetinelim:

Diyanet’in Sahih-i Buhari Muhtasari… adli yayimin 1.cildi’nin 215 sayfasinda yer alan su satirlari beraberce okuyalim: (Nebiyy-i Ekrem … buyurdu ki, (erkek kadinin) dört subesi arasinda oturup da dokundurdu mu (her ikisine) güsul vacib olur”.

Din adamlarimizin aydinlatmasi sayesinde ögrenmekteyiz ki burada geçen “dört sube” deyiminden anlasilmak gereken sey “kadinin iki kolu ve iki bacagi (ya da baldiri)’dir”. “Güsul” sözcügü’nün sözlüksel anlami “seriata göre yikanma” olduguna göre yukardaki hükmü, herkesin anlayabilecegi bir sekilde, söyle okumak gerekir: “Erkek kadinin iki kolu ve iki bacagi arasina oturup dokundurduktan sonra her ikisinin yikanmasi gerekir”.

Simdi farz ediniz ki san’at galerilerinden birinde, bir erkekle bir kadinin bu sekilde kucak kucaga sarilmisligini temsil eden bir resim ya da bir heykel bulunuyor. Kusku etmemek gerekir ki seriatçi zihniyet, “müstehcen’dir” diyerek bu eseri ortadan yok ediverecektir. Oysa ki bu eser, yukarda söz konusu satirlarin resim ya da heykel’e dönüstürülmüs seklidir ve bu satirlar da Buhari’ nin Ebu Hüreyre’den rivayet ettigi bir hadis-i serif’dir; halkimiza din diye verilir.

Yine Diyanet’in ayni yayimlarinin 1. cildi’nin 222 sayfasinda, “hayizli” (adet’li) durumda bulunan kadinla sevismenin “halal” oldugunu öngören ve sevisme seklini gösteren su hükmü okuyalim: “Aise… söyle demistir: Içimizden (yani ümmehat-i Mü’mininden) biri haiz olup Nebiyy-i Ekrem… de kendisi ile mübaseret arzu ettigi zaman ona hayzin hemen bidayetinde iken futa baglamasini emreyler ve ondan sonra mübaseret ederlerdi…” . . .

Burada geçen “mübaseret” sözcügünün anlami “tutusmak” ya da “girismek”tir. Her kesin iyice anlayabilmesi için din adamlarimiz yukardaki hadis hükmünü halkimiza aynen su sekilde naklederler: “…Aise … anlatiyor: Esleri olan bizlerden biri adet gördügü zaman Allah’in Resulü (adet gören esine, göbekle dizleri arasini örten) genisçe bir örtü örtünmesini emreder, sonra onun gögüslerine yönelirdi”. (Bu alinti için Ali Riza Demircan adindaki bir din adaminin Islam’a Göre Cinsel Hayat adli kitabina bakiniz. Istanbul 1986, Cilt I, sh. 219).

Ayse’nin bir baska anlatisi da aynen söyle: “(Esleri olan) bizlerden biri adet gördügü zaman Allah’in Resulü ona göbekle dizler arasini örten bir ortü örtünmesini emir buyurur, sonra da tenlerin temasini içerir sekilde onunla kucaklasip yararlanirdi” (Demircan adindaki din adaminin ayni kitabindan. Cilt I, sh. 218-9).

Bu satirlari yine resim ya da heykel sekline dönüstürüp seriatçi’nin karsisina dikiniz ve ne yapacagini izleyiniz. Resmi ya da heykeli mutlaka yok edecek fakat bunlara kaynak olan hükmü insanlarimizin beynine siringa etmege devam edecektir.

Yine Diyanet’in yayimlari arasinda yer alan Kur’an’in Türkçe anlami adli kitabi açiniz ve “Cennet” tanimiyle ilgili hükümleri ve bu arada Sebe Suresi’ni okuyunuz. Karsiniza güzel kizlarla ilgili su satirlar çikacak: “Gögüsleri yeni tomurcuklanmis huriler…” (K. Sebe 34). “Din bilgini” diye bilinen Prof. Gölpinarli bu ayet’i aynen söyle naklediyor: “memeleri yeni sertlesmis kizlar” .

Bu dogrultuda olmak üzere yine Diyanet yayimlarinin bir yerinde su yazilidir: “Cennete girecek olan müslüman erkeklerden her birinin iki kadini vardir ki vücudunun letafetinden iki baldiri (kemiginin) iligi etinin üstünden görünür” (Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasari… Cilt IX, sh. 42-44 hadis no. 1342 ve 1343)

Yine din adamlarimizin “cinsel” bilgi olmak üzere halka ögrettikleri sudur ki Tanri kadinlara “ters yoldan”, yani “arka organ’dan” degil fakat sadece “ön organ’dan” temas etmeyi emretmis ve bu nedenle Bakara Suresi’nin 223cü ayet’ini indirmistir ki söyledir: “Kadinlariniz sizin ekim alaniniz; tarlanizdir. O halde (ön organ olan) tarlaniza ne sekilde isterseniz o sekilde varin…” .

Her ne kadar cinsi münasebet sirasinda “arkadan gelerek önden temas” mümkün ise de arka organ’dan temas asla caiz degildir. Bu hususu açikliga kavusturmak maksadiyle din adamlarimiz, Huzeyme b. Sabit’in su sözlerini naklederler: “Bir sahabi Allah’in Resulü’ne kadinlara arka organlarindan yaklasmanin hükmünü sordu. Allah’in Resulü -‘halaldir-‘ buyurdu. Fakat o kisi huzurundan ayrildiginda onu çagirtarak sordu: -‘Sen arkadan gelerek önden temas etmeyi mi sordun?-. (Bunu sordunsa) evet o halaldir. Yok arkadan yaklasarak arka organdan temas etmeyi sordunsa, hayir (o halal degil haramdir)… Kadinlara arka organlarindan temas etmeyiniz-‘…” (Demircan adindaki din adami’nin söz konusu kitabindan aynen alinmistir. Bkz.:Cilt I, sh. 227-8).

Öte yandan Diyanet yayimlarina göre orucu bozan hallerin ne oldugunu gösteren hükümlere de kisaca göz atmak yararli olacaktir. Bunlar arasinda “ölü insan vücudu ile ya da hayvanla cinsi münasebet”, ya da “öperken men’inin gelmesi”, ya da “Ön ve arka mahallin gayrisi bir yere (karin ve uyluk gibi) sürtmekle yahut istimna (el ile oynayarak) inzal vaki olmasi”, ya da “Tenasül uzvuna sivi veya kati ilaçlar sürülmesi”, ya da “Oruçlu oldugu halde uyuyan bir hanima esinin uyandirmadan münasebette bulunmus olmasi” gibi haller vardir ki “kaza” ya da “kefaret” orucunu gerektirir (Bkz: Diyanet Dergisi Cilt XI, sh.6; ve Diyanet Gazetesi 1970, Sayi 3, sh. 14) .

Bu hükümlerin her birisi, din adamlari tarafindan, halkimiza “hadis-i serif” olmak üzere belletilir. Simdi bunlardan her birini resim veya heykel olarak sekillendirip halkin görmesi için san’at galerilerinden birinde sergileyiniz. Seriatçi’nin tepkisi yine ayni olacaktir: akli bile çile’den çikartici bir mantikla: “Sanat adina sehvete prim vermem” diyerek resim ve heykel’leri parçalayacak ve fakat yukardaki hükümleri halka din diye vermekten geri kalmayacaktir, çünkü ona göre bu hükümler “müstehcen” degil “kutsal” nitelikte seylerdir.

Söylemeye gerek yoktur eger bu hükümler (ve benzerleri) “müstehcen” degil ise, bu taktirde seriatçi’nin “müstehcendir” diye hiç bir san’at eserine saldirmamasi gerekir. Ancak seriatçi’nin öylesine köhne, öylesine çag gerisi kalmis bir zihniyeti vardir ki, tipki diger her konuda oldugu gibi, “müstehcenlik” konusunda da bu ülkeyi utanç duvarina çevirmekten baska ise yaramaz.

Fakat din adami için önemli olan sey bu degildir; önemli olan sey kadinlarin açik basla dolasmalarini, erkekle bir arada bulunmalarini ya da el sikismalarini vs… yasaklayan, resim heykel gibi seyleri “müstehcen” sayan seriat hükümlerini uygulamak, ve uygularken de kendisini seriat ahlakiliginin koruyucusu rolünde bulmaktir. Oysa ki korudugu sey, çogu kez “müstehcen’dir” diyerek kötüledigi seylerden farksizdir, daha dogrusu kendi deyimiyle “hücnet”‘ in ta kendisidir 237.

Yukariya aldigimiz örnekler, Diyanet Isleri Baskanligi ve din adamlarimiz tarafindan halkimiza ögretilen hükümlerden sadece bir kaçidir 238. Yetmis bine yaklasik Cami’de ve binlerce din okulunda milyonlarca insanimiza ve yarinin kusaklarina seriat emirleridir diye daha nice benzeri seyler belletilir: Örnegin “Öperken meni’nin gelmesi”, ya da “Arada bir özrü yokken kadinin her hangi bir yerine dokunarak meni’nin gelmesi”, ya da “Dübüre konan ilacin içeriye ulasmasi”, ya da “Oruçlu oldugu halde uyuyan bir hanima, esinin uyandirmadan münasebette bulunmus olmasi” , ya da “Kadinin dört subesi (iki kol, iki ayak) arasina oturupta dokundurulmasi”, ya da kadina “arkadan gelerek ön organdan temas edilmesi” vb… gibi.

Cinsel iliski (seks) konularinda kisileri bilgi sahibi yapmanin gerekliligi kuskusuz ki yadsinamaz. Ancak bu bilgiler müspet bilim ve saglik kurallarina ve akil verilerine yatkin olmalidir ki yararli olabilsin. Aksi taktirde kisileri ilkel birakma bakimindan sakincali sonuçlar dogurur. Iste din adamlarimizin, 1400 yil öncelerin din ve dünya anlayisina uygun olmak üzere hazirlanmis din kurallarini, akil süzgecinden hiç geçirmeden halkimiza ögretirlerken olusturduklari sonuç böyle bir sonuçtur.

Din adamlarimiz, bir yandan “edeb”, “ahlak” deyimlerini agizlarindan eksik etmeyerek “müstehcen”‘dir diye san’at yapitlarina saldirirlarken, diger yandan da edeb ve ahlak verileriyle asla bagdasmaz seyleri seriat hükümleri seklinde halka ögretmekten geri kalmazlar. Biraz önce verdigimiz örnekleri biraz daha açikliga kavusturmak üzere din adamlari tarafindan halkimiza belletilen bazi seriat hükümlerine göz atalim:

Din adami’nin söylemesine göre Tanri, kadinlara “ters yoldan”, yani “arka organ’dan” degil fakat sadece “ön organ’dan” temas etmeyi emretmis ve söyle demistir: “Kadinlariniz sizin ekim alaniniz; tarlanizdir. O halde (ön organ olan) tarlaniza ne sekilde isterseniz o sekilde varin…” (K. 2 Bakara 223).

Her ne kadar cinsi münasebet sirasinda “arkadan gelerek önden temas” mümkün ise de arka organ’dan temas asla caiz degildir. Bu hususu açikliga kavusturmak maksadiyle din adamlarimiz, Huzeyme b. Sabit’in su sözlerini naklederek Muhammed’in: “Kadinlara arka organlarindan temas etmeyiniz” diye emrettigini bildirir 239.

Yine din adami’nin Diyanet Isleri Baskanligi yayinlarina dayali olarak ögrettigine göre tenasül uzvu’nun “ser’den” korunmasi, müslüman kisi’nin ilk dikkat etmesi gereken seylerdendir. Sehl Ibn-i Sa’d ‘ in rivayetine göre Muhammed: “Her kim… iki budu arasinda bulunan (uzv-i tenasül) ünü (serden esirgemeyi) bana tazmin (ve te’min) ederse ben de, o kisiye Cennet’i te’min ederim” demistir 240. Ayrica da tenasül uzvuna sag el ile dokunmamak gerektigini belirtmek üzere: “Sizin biriniz … çis ettigi zaman … sag eliyle tenasül a’zasina dokunmasin, (Helada) silindigi zaman da sag eliyle istinca etmesin, silinmesin!…” diye bildirmistir 241.

Öte yandan namaza çikan kisi’nin elbisesindeki erkek men’i’sinin yikanmis olmasina dikkat etmek gerekir, Ayse’nin söylemesi söyledir: “(Muhammed’in) rubasinda cenabet eserini yikardim da elbisesinde (yer yer) su islakligi göründügü halde namaza çikardi…” 242.

Bunun gibi cinsi iliski sirasinda “men’i kahtina” ugrama konusu da unutulmamistir. Ebu Said-i Hudri ‘nin rivayetine göre Muhammed, bir gün Ensar’dan birini görmek ister ve haber gönderir. Adamcagiz o sirada cinsi münasebette bulundugu için isini yarida birakmak zorunda kalmistir: “(O zat) basi damlaya damlaya geldi. (Muhammed ona) -‘ Galiba seni aceleye getirdik-‘ buyurdu. -‘Evet-‘ dedi. Bunun üzerine (Muhammed) buyurdu ki sayet isin aceleye gelir, yahud (meni) kahtina ugrarsan sana (yalniz namaz) abdesti lazim olur” 243.

Cinsi münasebet sirasinda kisi’nin meni’sinin gelmemesi hali de önemli sayilmis olmalidir ki Zeyd b. Halid’ in bir gün Osman b. Affan’a: “(Bir kimse) mucameat eder de menisi nazil olmazsa ne (yapmalidir) dersin?” seklinde soru sormasi üzerine Osman söyle yanit vermistir: “Namaz için abdest aldigi gibi abdest alir, bacaklari arasini yikar… Bunu ben (Muhammed’ten) isittim…” 244.

Kadin’in bacaklari arasina oturup aska gelmenin de, temizlenmek bakimindan, ihmal edilmedigi anlasilmaktadir. Ebu Hüreyre’nin rivayeti söyle: “(Erkek kadinin) dört subesi arasina oturup da dokundurdumu (her ikisine) gusül vacib olur”. Diyanet Isleri Baskanligi’nin “aydinlatmasi” sayesinde ögrenmekteyiz ki burada sözü geçen “dört sube” deyiminden “iki ayak ve iki kol”, veya kadinin “baldiri, uylugu” anlasilmak gerekir 245.

Kadin’larin “haiz” (aybasi) halinde iken erkeklerle iliskileri konusu da yine din emirleriyle düzene baglanmistir. Din adami, aybasi hali’nin kadinlar için “eza” ve “pislik” oldugunu ve bu gibi hallerde erkeklerin onlardan uzak durmalari gerektigini bildirmek üzere su ayet’i belletir: “Sana hayizdan sual ediyorlar. Onlara de ki hayiz ezadir, pistir. O halde zaman-i hayizlarinda kadinlardan irakca durunuz. Onlar temizlenmedikce kendilerine tekarrüb etmeyiniz yaklasmayiniz). Tetahhur ettiklerinde (temizlendiklerinde) Allah’in emrettigi üzere yanlarina variniz” (K. 2 Bakara 222) 246.

Her ne kadar hayizli kadina yaklasmak (daha dogrusu onunla cinsi münasebette bulunmak) yasaklanmis ise de bunun disindaki yaklasmalara izin verilmistir. Örnegin kadin hayizli iken kocasinin basini tarayabilir ya da onun kucagina oturmus olarak Kur’an okuyabilir. Ayse’nin rivayeti söyle: “Ben hayiz iken (Tanri elçisi) … basini kucagima yaslar, sonra Kur’an okurlardi… Onun basini hayiz iken tarardim”. 247

Bunun gibi koca da, hayizli karisi ile yatakta koyun koyuna sarilmis olarak yatabilir, onu oksayip tenine dokunabilir, bedeninden yararlanabilir, yeter ki duhul etmeye. Ayse söyle der: “Tanri elçisi ile bir abaya bürünerek yatiyorduk; derken adetimi gördüm. (Yavascacik) sivisip hayza mahsus elbisemi giydim. -‘Adetin mi geldi?’ diye sordular. -‘Evet-‘ dedim. Bunun üzerine beni çagirdilar. Saçakli kadifenin altinda kendileriyle yattim…” 248.

Yine ayni sekilde koca, hayizli olan karisini karsisina çekip onun göbek üstü vücud kisimlarini öpüp oksayabilir, memelerine sarilabilir. Din adamlarimiz bu konuda Ayse’nin su rivayetini naklederler: “Esleri olan bizlerden biri adet gördügü zaman Allah’in Resulü (adet gören esine, göbekle dizleri arasini örten) genisce bir örtü örtünmesini emreder, sonra onun memelerine yönelirdi”. 249

Yine din adami’nin bellettigi seriat esaslarina göre oruçlu durumda iken kadinlara yaklasmak, Kur’an’in Bakara Suresi’nin 187.ci ayet’ine ve bu ayetle ilgili hadis’lere uygun olmak gerekir ki esas itibariyle cinsi münasebet disinda kalan sevisme hallerini kapsar: örnegin kadinin dilini emmek ya da vücudunun her yanindan yararlanmak gibi. Cinsi münasebete oruçlu iken degil fakat oruç tutulan günün gecesi için izin verilmistir. Bakara Suresi’nin 187.ci ayet’i aynen söyle: “Oruç tuttugunuz günlerin gecesi kadinlariniza yaklasmaniz size helal kilindi…. Allah nefsinize güvenemeyeceginizi biliyordu, bu sebeble tevbenizi kabul edip sizi affetti… Mescidlerde itikafa çekildiginizde kadinlariniza yaklasmayin…” (K. 2 Bakara 187)

Din adami bu tür kurallari, tipki digerleri gibi, Muhammed’in izledigi davranis örnekleriyle ögretir ki bunlardan biri Ayse’nin rivayetine göre söyledir: “Nebi… oruçlu iken takbil eder (öper), mülamese (tenini tenime dokundurur) ve muaneka buyururdu (kucaklasir, sarmas dolas olurdu)…” 250.

Öte yandan Kur’an’in Nebe Suresi ‘nin 31-34 ayet’lerinde Cennet’teki “memeleri yeni sertlesmis kizlar” dan söz edilir 251. Ebu Hüreyre ‘nin rivayetine göre Muhammed: “(Cennete girecek olan müslüman erkeklerden) her birinin iki kadini vardir ki vücudunun letafetinden iki baldiri (kemiginin) iligi etinin üstünden görünür” demistir 252.

Bunun gibi cinsi münasebetin her safhasi, örnegin kadini yataga sokup Kible yönüne çevirdikten sonra duhul etmek, duhul ederken Tanri’nin adini anmak gibi her davranis, inceden inceye seriat emirleriyle ayarlanmistir.

Bu tür emirlerin hiç birisi din adamina (ve seriatcilara) göre “müstehcen” sayilmaz; ama falanca kitabin filanca sayfasindaki ask sahnesi, ya da sergilerdeki resim ve heykel’ler, ya da meydanlara dikilen san’at yapitlari müstehcendir.

“Müstehcenlik” anlayisi bu olan din adami, güya “uygar görüslü ögrenci yetistirme” hevesiyle bugün dahi onalti, onyedi yasindaki liseli kiz ögrencilere “Giyilen seyin darligindan ötürü avret uzvunun belli olmasinin” namaza engel olmadigini, din bilgisi olarak belletmekle mesguldur 253.

Müstehcen nitelikteki seylerin “kötü” sonuçlar doguracagini anlatmak maksadiyle din adami bir de kadinin kadina “mübasereti” (çiplak sürtmesi) örnegini verir ve bu tür davranislarin aile felaketi yaratacagini belirtir. Dayanagi su tür hükümlerdir “Kadin kadina mübaseret etmesin (çiplak sürtmesin). Sonra kocasina öbür kadini -kocasi ona bakip görüyorcasina- vasif ve ta’rif eder (de bir fenaliga sebeb olur)” (Bkz. Sahih-i… Cilt XI, sh. 325, hadis no. 1827) 254.

Bu hükme göre iki kadinin çiplak tenlerini birbirlerine sürtmeleri, ya da bir çarsaf, bir yorgan içinde birbirlerine tenleriyle dokunmalari yasaktir. Yasak olmasinin nedeni bu tür davranislarin güya aile felaketi sonucunu yaratmasidir. Çünkü, din adami’nin seriat kaynaklarindan naklen bildirmesine göre, çiplak tenlerini birbirlerine bu sekilde dokunduran kadinlardan her biri, olup biteni kocasina anlatirken iliskide bulundugu kadinin güzelligini de “ta’rif ve tavsih” edecek ve bunu yapinca da kocasi o kadini hayalinde canlandirip asik olacak ve sonunda karisini bosayip o kadinla evlenecektir. Diyanet Isleri Baskanligi’nin yayinlarina göre Kabusi ‘nin söylemesi aynen söyle: “Eger kadin zevcine, temas ettigi kadinin güzelligini ta’rif ve tavsif ederse, zevci o kadinin hüsnü anina aldanarak kendisini bosayip onu almasi, hatta evli ise kocasindan bosanmak çarelerini aramasi umulur ki , bütün bunlar kadinin kadina mübaseretinin tevlid ettigi aile felaketleridir” (Bkz. Sahih-i…, Cilt XI. sh. 326) 255

Öyle anlasiliyor ki din adami, kadini “aklen dun” görme aliskanligi içerisinde, kendi kendini gülünç durumlara düsürmekten kurtulamiyor. Çünkü hangi akla hizmettir ki kadin, baska bir kadinla çiplak sekilde temas etsin de sonra gelsin kocasina bunu anlatsin ve anlatirken de o kadinin güzelligini tanimlasin! Anlatacagi varsa da, bu yukardaki din emrinden haberi oldugu an anlatmaktan vazgeçeçegi muhakkaktir. Yukardaki örnek gösteriyor ki kadini akilsiz ve saf sanan din adami, “aile felaketini” önleyecegim diye kadinin kadina “çiplak sürtmesini” (mübaseretini) önlemek degil fakat adeta bilmeden tesvik etmektedir. Çünkü bu tür bir davranisinin aile felaketini doguracagini düsünen bir kadin, baska bir kadinla “mübaseret” ettigini kocasindan söylemektense elbetteki gizlemeyi tercih edecek ve bu yasamini sürdürecektir.